Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı
  

Şifreniz
  





Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler 27
» Son Üye Fahriye
» Toplam Konular 11,905
» Toplam Yorumlar 12,714

Detaylı İstatistikler

 
RasitTunca-4 Kef suresi قُل لَّوْ كَانَ ٱلْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَٰتِ... zikrinin fazileti
Yazar: RasitTunca - 04-13-2025, 08:14 AM - Forum: Raşidi Tarikatı Genel Bilgiler - Yorum Yok



https://www.youtube.com/embed/MgTcQo_r4_8


Zikirimizdeki

قُل لَّوْ كَانَ ٱلْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَٰتِ رَبِّى لَنَفِدَ ٱلْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَٰتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِۦ مَدَدًا

zikrinin fazileti

[1] İbn. Abbas’tan nakledildiği üzere bir şahıs Allah Resulü’ne şöyle der: “Ben gecenin belirli bir saatinde kalkmak istiyorum ama uyku bana galebe çalıyor. Allah Resulü de şöyle buyurur: Gecenin hangi saatinde kalkmak istiyorsan uyumaya başladığında şunu oku: “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi. De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” Kehf, 109-110. Tefsir-i Ruhu’l-Beyan, c. 5, s. 316; el-Camiu’l-Ahkamu’l-Kur’an, c. 11, s. 72.

[2] Tefsir-i Numune, Nasır Mekarim Şirazi, c. 11, s. 42, c. 10, s. 267, c. 8, s. 255 ve 325, c. 5, s. 222’den iktibas edilmiştir.



Bu konuyu yazdır

Youtube-1 Hizbüsseyfi Okumasi Video
Yazar: RasitTunca - 04-10-2025, 01:44 AM - Forum: Raşidi Tarikatı Zikir Evradı - Yorum (1)



Hizbüsseyfi Okumasi Video

Bu konuyu yazdır

Youtube-1 Hizbül Kebir Okumasi Video
Yazar: RasitTunca - 04-10-2025, 01:42 AM - Forum: Raşidi Tarikatı Zikir Evradı - Yorum Yok




Hizbül Kebir Okumasi Video

Bu konuyu yazdır

Ilkbizde-1 alligraphy Rabbi Yessir Duası - رب يسر و لا تعسر Yazılı Dini Resim V070420250527
Yazar: RasitTunca - 04-06-2025, 06:32 PM - Forum: Dini Resimler - Yorum Yok

Calligraphy Rabbi Yessir Duası - رب يسر و لا تعسر Yazılı Dini Resim V070420250527


   

   

   

   

   

   

   

   


Arapça Yazılışı


رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ


Türkçe Okunuşu

Rabbi Yessir ve La Tüassir Rabbi Temmim Bil Hayr

Anlamı

Allah’ım işlerimi zorlaştırma, kolaylaştır, ve işlerimi en hayırlı şekilde sonuçlandır.” (Amiyn)

Bu konuyu yazdır

Ilkbizde-1 Calligraphy Rabbi Yessir Duası - رب يسر و لا تعسر Yazılı Dini Resim V070420250452
Yazar: RasitTunca - 04-06-2025, 06:31 PM - Forum: Dini Resimler - Yorum Yok

Calligraphy Rabbi Yessir Duası - رب يسر و لا تعسر Yazılı Dini Resim V070420250452

   

   

   

   

   

   

   

   

   



Arapça Yazılışı


رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ


Türkçe Okunuşu

Rabbi Yessir ve La Tüassir Rabbi Temmim Bil Hayr

Anlamı

Allah’ım işlerimi zorlaştırma, kolaylaştır, ve işlerimi en hayırlı şekilde sonuçlandır.” (Amiyn)

Bu konuyu yazdır

Ilkbizde-1 Calligraphy Rabbi Yessir Duası - رب يسر و لا تعسر Yazılı Dini Resim V070420250453
Yazar: RasitTunca - 04-06-2025, 05:55 PM - Forum: Dini Resimler - Yorum Yok

Calligraphy Rabbi Yessir Duası - رب يسر و لا تعسر Yazılı Dini Resim V070420250453

   

   

   

   

   

   

   

   

   

Arapça Yazılışı


رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ


Türkçe Okunuşu

Rabbi Yessir ve La Tüassir Rabbi Temmim Bil Hayr

Anlamı

Allah’ım işlerimi zorlaştırma, kolaylaştır, ve işlerimi en hayırlı şekilde sonuçlandır.” (Amiyn)

Bu konuyu yazdır

Oku-1 Medîne-i Münevvere Hakkında Bilgiler
Yazar: RasitTunca - 03-28-2025, 09:57 AM - Forum: Coğrafya Bilgileri - Yorum Yok

Medîne-i Münevvere Hakkında Bilgiler

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE

Arabistan Yarımadasında, Hicaz bölgesinde bulunan meşhur iki mübârek şehirden biri; İslâm Devletinin ilk başşehri. Hicaz’da bulunan ikinci mübârek şehir Mekke’dir. İkisine berâber “Haremeyn” ve “Hicaz”da denir. Son Peygamber hazret-i Muhammed Mekke’den çıkarak Medîne’ye hicret etmiş, burada ilk İslâm Devletini kurmuştur. Peygamberimizin kabr-i şerîfleri ve Mescid-i Nebî de bu şehirde bulunmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Medîne-i münevvere yâni nurlanmış şehir ismiyle anılır. İlk halîfeler zamânında İslâm devletinin idâre merkeziydi.

Medîne yeryüzünün 25° 20’ kuzeyi ile 37° 03’ doğu meridyeni arasında olup, Mekke’nin dört yüz kilometre batısında ve Kızıldeniz’in yüz kilometre güneyinde bulunan çölün bittiği yerde, güneye doğru uzanan az dalgalı, bir ovanın eteğindedir. Medîne’nin kuzeyinde ve dört beş kilometre uzağında Uhud; doğusunda Taberiye; güney doğusunda Ayr Dağı bulunmaktadır.

Medîne; Hicaz’da, Akik, Batıhan, Mehzur, Müzeynip, Kanat gibi vâdilerin güzelliği, tatlı sulu kuyu kaynaklarının bolluğu ile tanınır. Medîne’nin suları, güneyden ve Harre mevkilerinden çıkar. Medîne’ye çok yağmur yağar yağmurların sellere sebebiyet verdiği çok olur. Medîne arâzisi çok verimli ve zirâata elverişlidir. Medîne’de lahana, karnıbahar, pırasa ve enginardan başka, her çeşit sebzeyle karpuz, kavun, şeftâli, incir, limon, turunç, acur, üzüm, elma, nar, muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Hava raporlarına göre Medîne’nin en soğuk ayı aralık olup, bu ayda ısı ortalaması (10-11) derecedir. En sıcak ay ise, temmuz ayı olup bu ayda ısı ortalaması (32) derecedir.

Medîne’nin isimleri: Târihî kayıtlara göre Amâlika kavminden, Medîne’ye ilk önce gelip yerleşen kimsenin ismi Yesrib olduğundan, Medîne, o zamandan îtibâren bu isimle anılmıştır. Yesrib, lügatta “fesad, ayıplanmış, cimri” mânâlarına geldiğinden, peygamberimiz, halkın Medîne’ye Yesrib demelerini hoş görmemiş, O, “Medîne’dir.” demiştir. Peygamberimiz; “Medîne’ye bir defâ Yesrib diyen kimse, on defâ Medîne desin!”, “Medîne’ye Yesrib diyen kimse, Allah’tan af dilesin! O, Tâbe’dir.” demiş ve “Allah’tan af dilesin!” sözünü de üç defâ tekrarlamıştır.

Medîne’nin; Tâbe, Tayyibe, Âsıme, Dârul-Îmân, Dârüs-Sünnet, Bârreh, Beytür-Resûl, Habîbe, Mahbûbe, Dârül-Ebrâr, Dârül-Hicre, Dârüs-Selâm, Dârül-Feth, Mehfûza, Harem-i Resûl, Medînet-ür-Resûl (Peygamber Şehri) gibi birçok isimleri vardır. İslâm târihi yazarlarından Semhûdî, Vefâ adıyla yazdığı kitabında; “İsim çokluğu, isim sâhibinin şerefliliğine delâlet eder.” dedikten sonra, çeşitli kaynaklara dayanarak, Medîne’nin doksan dört ismini sayar ve bunlar hakkında geniş açıklama yapar. Ayrıca, Medîne’nin Tevrât’ta kırk isminin bulunduğunu da bildirir.

Peygamberimiz, Tebük Gazâsından dönerken Medîne görününce; “İşte Tâbe!” demiş, Tâb ve Tayyibe isminin, Medîne’ye Allahü teâlâ tarafından verildiğini açıklamıştır. Peygamberimiz, İsrâ ve Mi’rac hâdisesini anlatırken de şöyle buyurmuştur: “Burak’a bindim. Yanımda Cebrâil de bulunuyordu, gittim. Cebrâil, in ve namaz kıl! dedi. Kıldım. Nerede namaz kıldın biliyor musun? Tayyibe’de kıldın ve oraya hicret edeceksin!” Medîne’nin haremliği ve dokunulmazlığı hakkında Peygamber efendimiz; “Her peygamber için, bir Harem, dokunulmaz bir yer vardır. İbrâhim aleyhisselâm Mekke’yi haremleştirdiği gibi, ben de Medîne’nin iki kara taşlığı (Ayr ve Sevr tepeleri) arasını haremleştirdim. Onun otları biçilmez, ağaçları kesilmez, orada çarpışmak için silâh taşınmaz. Orada kötü bir âdet çıkarana veya o âdeti çıkaranı evinde barındırana Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun! Onun, ne tövbesi, ne de fidyesi kabûl olunur!” buyurmuşlardır. Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî; Mekke-i mükerremede Mescidil-Harâmdan sonra dünyânın en kıymetli yeridir. Mekke-i mükerreme ayrıca Müslüman devletin ilk başşehridir.

Medîne târihi: Tufan olayından sonra, hazret-i Nûh neslinden Amâlika kavmi; Hicaz’da, Mekke’de ve Medîne’de yerleşmişler, ilk önce ev bark yapmak, hurma yetiştirmek sûretiyle Medîne’yi de onlar kurmuş ve îmar etmişlerdir.

Buhtunnasar, Beytül-makdis’i (Kudüs’ü) yıkıp ahâlisini sürüp İsrâiloğullarını esir ettikten sonra, İsrâiloğullarından bir topluluk, Hicaz’a giderek Vâdilkurâ’da, Teymâ’da ve Medîne’de yerleştiler. O zaman, Medîne’de Amâlika’nın kalıntıları ile Cürhümîlerden bir kavim yaşamaktaydı. Bunlar, Medîne’de hurmalıklar ve tarlalar meydana getirmişlerdi. Yahûdîler de orada yerleşmeye ve gittikçe çoğalmaya başladılar. Yahûdîler, günden güne azalan Cürhümîlerle Amâlikalıları zamanla Medîne’den sürüp çıkardılar; onların mallarını, mülklerini ele geçirdiler.

Yemen’deki Me’rib Seddini (Barajını) ilk önce, fâreler oymaya başlamış, sonra da Allahü teâlâ, dehşetli bir sel gönderip bu seddi yıkmıştır. Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresinin 15-17. âyetleri bu seddin yıkılış sebebini îzâh etmektedir.

Evs ve Hazreclilerin ataları, Me’rib Seddi yıkılıp yurtları seller altında kaldıktan sonra Medîne’ye gelip yerleştiler. Medîne’ye gelen ve önceleri, Medîne’nin dış kısımlarında yerleşen Evs ve Hazrec kabîlelerinden Hazrec’in büyük babası Sa’lebe bin Amr, sayıca çoğalıp kuvvetlenince, Yahûdîleri Medîne’den çıkardı. Şehre kendi kavmini yerleştirdi. Bu defâ da Yahûdîler, Medîne’nin dış kısmında yaşadılar.

Evs ve Hazrec adlı bu iki büyük kabîle, Hârise bin Sa’lebe’nin oğulları idi. Annelerinin ismi Kayle olduğu için, Kayleoğulları diye de anılırlardı. Târihî silsile cetvelinde görüleceği üzere Medîne’de ikâmet eden Hazrecliler kavmi Resûlullah efendimize, dedesi cihetinden Abdülmuttalib’in annesi “Selmâ, Âmir bin Zeyd’in kızı olduğundan, Hazreclilerle Resûlullah efendimizin akrabâlıkları târihen sâbittir. Ayrıca, “Neccârîler” Peygamber efendimizin dayıları olmaları sebebiyle şerefleri daha fazladır. Peygamber efendimiz, babası hazret-i Abdullah cihetinden mekkeli ise de, annesi hazret-i Âmine tarafından Medînelidir. Bununla berâber gerek annesi hazret-i Âmine’nin nesebi, gerek babası hazret-i Abdullah’ın nesebi Kusay bin Kilâb’ta birleşmektedir. Ayrıca Peygamber efendimizin Medîne’ye hicret buyurduklarında evlerinde misâfir kaldıkları hazret-i Hâlid Ebû Eyyûbel Ensârî de Hazrec kabîlesinden olup, o da Resûlullah efendimizin akrabâsıdır.

Evs ve Hazrec kabîleleri, iki kardeşten üreyip, çoğalmış oldukları halde aralarında sık sık anlaşmazlıklar çıkar, kılıçlara sarılırlar, birbirleriyle çarpışırlardı. Yahûdîler de, bunları birbirine düşürmek için, aralarına fitne sokmaktan geri durmazlardı. Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki çarpışmaların sonuncusu Buâs çarpışması idi ki, hicretten beş altı yıl önce olmuştu. Hazret-i Âişe’nin buyurduğu gibi, hicret sırasında Evs ve Hazrec kabîlelerinin toplulukları dağılmış, en asil ve şerefli adamları öldürülmüş veya yaralanmış bulunuyordu.

Medînelilerden altı kişilik bir kâfile, Mekke’de Akabe denilen yerde Peygamberimizle buluşup Müslüman oldukları zaman, Peygamberimize şöyle demişlerdi: “Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme (Yahûdîlere) karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde, geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allahü teâlâ, onları da senin sâyende bir araya toplar. Biz, hemen Medîne’ye dönüp onları da senin buyruğuna dâvet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri, onlara da anlatacağız. Eğer Allahü teâlâ, onları bu din üzerinde toplar, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz!”

Bundan sonra Medînelilerden on iki kişilik ikinci kâfile, Mekke’ye gelip Akabe’de Peygamberimize îmân ve bîat etti. Peygamberimiz, Mus’ab bin Umeyr’i, Kur’ân-ı kerîm ve din muallimi (öğretmeni) olmak üzere onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Ayrıca Abdullah bin Ümmül Mektûm’u da gönderdi.

Nübüvvetin 13. yılında Akabe’de Peygamberimize îmân ve bîat eden Medîneliler 73 erkek ve 2 kadındı. Bu zamanda Medîne’de hemen hemen Peygamberimizin ismi anılmayan ev kalmamış gibiydi.

“Hiçbir şehir, kolay kolay fetholunmamıştır. Medîne ise, Kur’ânla kolayca fetholunmuştur” sözü bir vâkıayı, bir gerçeği ifâde etmektedir. Bununla berâber, hicret gerçekleşmeden önce Medîne’de Peygamberimize henüz îmân ve bîat etmemiş olanlar da vardı. Medîneli Müslümanlara “Ensâr” denir. Ensâr, Evs ve Hazrec kabîlelerine mensup Müslümanların herbirine verilen bir isimdir. Gaylan bin Cerir’in “Siz, öteden beri mi Ensâr ismiyle anılırdınız, yoksa bu ismi size Allahü teâlâ mı koydu?” sorusuna, Enes bin Mâlik; “Evet, bize bu ismi Allahü teâlâ koydu.” demiştir. Kur’ân-ı kerîmde Ensâr hakkında meâlen şöyle buyurulur: “Muhâcirlerle Ensârdan ilk önce, İslâmiyeti kabul ile başkalarını geçenler ve onlara ihsân ile tâbi olanlar var ya, Allah, onlardan râzı oldu. Onlar da Allah’tan râzı oldular. Onlar için, altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe sûresi: 100)

Hicret olayı ve Medîne: Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri üzerine yol arkadaşı hazret-i Ebû Bekir ile Mîlâdî 622’de Mekke’den Medîne’ye hicret etmek üzere yola çıktılar. Rebî’ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü, Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. Peygamber efendimiz burada üç gün kaldılar ve Kubâ Mescidini yaptılar. Bu mescitte ilk Cumâ namazını kıldılar ve hutbe okudular. Bu mescid günümüze kadar gelmiştir. Hicrî 655, 671, 733, 840, 877, 881 yıllarında ve son olarak Hicrî 1244’te Osmanlı pâdişâhlarından İkinci Sultan Mahmud tarafından yıktırılıp yeniden yaptırılmıştır. Mihrap, kubbe, tak ve kuyu üzerindeki kitâbeler de o zaman yazdırılmıştır.

Peygamberimiz, Kubâ’dan Medîne’ye hareket etmek istediği zaman, dedesi Abdülmuttalib’in dayıları olan Neccaroğullarına haber gönderdi. Onlar da silâhlanıp geldiler. Peygamberimizle hazret-i Ebû Bekir’e selâm verdiler ve; “Emniyetiniz sağlanmıştır. Sizlere yardımcı olarak geldik, develerinize bininiz!” dediler.

Cumâ günü, güneş yükselince, Peygamberimiz, devesi Kusvâ’ya bindi. Hazret-i Ebû Bekir arkasında, Neccaroğullarının yiğitleri de sağ ve sollarında olduğu halde Kubâ’dan yola çıktılar.

Peygamberimiz, Kubâ’dan çıkıp Ensâr (Medîneli Müslümanlar) ın evlerinin önlerinden geçerken onlar, Kusvâ’nın önüne geriliyorlar: “Yâ Nebiyyallah! Yâ Resûlallah! bizde kuvvet, cemâat ve servet var! Bize buyur bize!” diyerek yardım ve himâye vâdinde bulunuyorlar. Peygamberimiz de gülümsüyor: “Allah, onları size hayırlı ve mübârek kılsın!” diyerek duâ ediyor ve; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur!” diyordu.

Peygamberimiz, Medîne’nin içine doğru ilerlediği zaman, Medîne sevinçten çalkalanıyordu. Erkekler, kadınlar, evlerin üzerlerine çıkmışlar; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş, “Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!” diyerek bağırıyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda, “Resûlullah geldi! Allahü ekber! Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi!” diyorlardı. Habeşîler de sevinçlerinden, harbelerle kılıç kalkan oyunları oynuyorlardı. Kadınlar ve çocuklar, bir ağızdan:

“Vedâ yokuşundan doğdu dolunay bize! Allahü teâlâya yalvaran oldukça şükretmek gerekir hâlimize.

Ey bize gönderilen Peygamber! Sen

Boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize!” diye şiirler okuyorlardı. Bu günün kıymetini anlatmak bakımından Enes bin Mâlik; “Ben, Resûlullah’ın Medîne’ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim!” demiştir. Peygamberimiz, hazret-i Ebû Eyyûbel Ensârî’nin evinde altı ay kaldılar. (Bkz. Hicret)

Peygamberimizin Medîne’de icraatları: Peygamberimiz Medîne’de önce “Mescid-i Nebevî”yi yapmıştır. Bu mescid, dörtgen şeklinde yükseltilen dört duvarla bir mihrap ve üç kapıdan ibâretti. Peygamberimizin âileleri için mescidin yanına kerpiçten iki oda yapıldı ve bu odaların üzerleri hurma kütüğü ve dallarıyla tavanlandı. Âişe’nin (radıyallahü anhâ) odasının kapısı mescide giden yola doğru idi. Peygamberimiz, başka hanımlar ile evlenince oda sayısı arttırıldı. Peygamberimizin odasının örtüsü, servi ve ardıç kütüğü üzerine gerilmiş bir kıl dokumadan ibâretti. Oturduğu sedir, kuru ağaçlar, hurma lifi ile birbirlerine sıkıca bağlanmak sûretiyle yapılmıştır. Bütün eşyâsı çok sâdeydi. Gösterişten uzaktı.

Mescidin kuzey duvarında, hurma dalları ile bir gölgelik ve sundurma da yapılmıştı ki, buna Suffa denirdi. Burada “Ehl-i Suffa”, yâni Medîne’de kavim ve kabîleleri, evleri barkları bulunmayan, mescidin sofasında yatıp kalkan fakir sahâbiler kalırlardı. Ehl-i Suffa, geceleri namazla, Kur’ân-ı kerîm okumakla ve ders görüp ilim öğrenmekle geçirirler, gündüzleri de su taşır, odun toplayıp satarlar ve bunun parası ile yiyecek alırlardı. Suffa, ilim öğrenme yeriydi. Peygamber efendimiz mescidde vaaz eder, namazı Ehl-i Suffa ile kılardı. Kur’ân-ı kerîm öğreten hâfızlar, Ehl-i Suffa’ya Kur’ân-ı kerîmi tecvit ile kırâat ve tâlim ettirirlerdi. Burası sonradan medreselere model, olmuştur. Ehl-i Suffa’dan Ebû Hüreyre ve Selmân-ı Fârisî gibi yüksek ilim sâhibi sahâbîler yetişmiştir.

Peygamberimiz, Medîne’de Müslümanlar arasında selâmlaşmayı, aralarında müsâfehalaşmayı teşvik etmiş, Mekkeli Muhâcirlerle Medîneli Müslümanlar (Ensâr) arasında kardeşlik bağları kurmuştur. Peygamberimizin ikişer ikişer birbirleriyle kardeş yaptığı Müslümanların sayısı, ellisi Muhâcirlerden, ellisi Ensârdan olmak üzere yüz kişiydi. Bunların arasında kurulan kardeşlik, maddî mânevî yardımlaşma ve birbirlerine çoluk çocuklarından önce vâris olma esâsına dayanıyordu. Sonradan gelen bir âyetle bu şekilde vâris olma durumu ortadan kaldırılmıştır. Bunun sebebi, yurttan, yuvadan, kavim ve kabîleden ayrı düşmenin Muhâcirlere verdiği garipliği, mahzunluğu gidermek; Mekkelileri Medîne’ye ve Medînelilere ısındırmak, kendilerine destek ve kuvvet kazandırmak gâyesini güdüyordu. Muhâcirlerle Ensâr arasında sıkı bağlarla kurulmuş olan bu kardeşlik daha sonra, gelişmiş, kaynaşmış ve ilk İslâm devletinin temellerinin atılmasına sebep olmuştur. Netîce olarak da, bundan sonra Peygamber efendimiz Medîne İslâm Devletini kurmuştur. Peygamberimiz, Medîne İslâm Devleti için dünyâda ilk defâ olmak üzere elli beş maddelik bir Anayasa hazırlamıştır. Yabancı devletlere elçiler gönderip onları Müslüman olmağa dâvet etmiştir. Bu Anayasa, Medîne’nin bütünleşmesini temin etmiş ve Peygamberimizin son zamanlarında bütün Arabistan’ı kuşatan bir yayılmaya zemin hazırlamıştır.

Peygamberimiz Medîne’de ayrıca çarşı pazar işlerini düzene koymuş, ticârî hayâtı Yahûdîlerin tekelinden alarak, Medîneli Müslümanların zenginleşmesine yardımcı olmuştur. Alım-satımda fâizi önlemiş, ticâretin bereketli olmasını sağlamıştır. Medîne’de, Müslümanların ilim öğrenmelerini emretmiş, ilim öğrenenlerden en ehliyetlilerini devlet işlerinde çalıştırmıştır. Medîne’de zirâatı geliştirmiş, hastalıkların önlenmesine çalışmıştır. Medîne ve civârında bulunan Yahûdîleri İslâmiyete dâvet etmiş, bunlardan bâzıları İslâmiyetle şereflenmiştir. Çokları da inatlarından ve fesatlıklarından Müslüman olmamışlardır.

Medîne’de, Peygamberimizin hicretinden sonra bir şehir devleti kurulacak çapta siyâsî ve dînî gelişmeler, Mekkeliler tarafından dikkatle tâkip ediliyordu. Gelişmelere mâni olmak maksadıyla Mekkeliler, Medîneli Müslümanlara tehdit dolu ültimatom gönderiyorlardı. Bu arada hicret dolayısıyle Medîne’ye göç eden Müslümanların geride kalan mallarına da Mekkeliler el koymuşlar, göç etmeyenlere de İslâmiyeti kabul ettiklerinden dolayı çok çeşitli işkenceler yapmışlardı. Bütün bunlarda ulaşılmak istenen hedef İslâmiyetin yayılmasını engellemekti.

Mekkelilerin bu davranışlarına karşı Peygamber efendimiz bâzı tedbirlere başvurdu. Aynı zamanda hasım tarafı iktisâden güçsüz düşürmek için, Medîne havâlisinden, Mekkelilere âit kervanların geçmesini yasakladı. Zîrâ Mekkeliler, Suriye ve Mısır’a gitmek istedikleri takdirde, Medîne yakınlarından geçmek mecbûriyetindeydiler. Nihâyet Mekkeliler bu yasağa uymayıp yasak edilen yerden geçmek istediklerinde Medîne’den, Mekkelilere âit kervanlara zarar vermek, onları müşkülâta uğratmak üzere askerî müfrezeler gönderilmeye başlandı. Bu duruma Mekkelilerin tepkisi, kuvvet kullanarak kervan yolunu açık tutmak isteyişleri olmuştur. Taraflar arasında bu mücâdele zamanla harplere dönüşmüştür.

Hicretten sonra 624 yılında Bedir Muhârebesi oldu (Bkz. Bedir). 627’de Uhud (Bkz. Uhud), yine 627’de Hendek Muhârebeleri yapıldı. Hendek Muhârebesinde Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle şehrin etrâfına hendek kazıldı (Bkz. Hendek). 628’de yapılan Hudeybiye Muâhedesiyle Medîne’nin önemi arttı (Bkz. Hudeybiye). 630’da Mekke kan dökülmeden fetholundu (Bkz. Mekkenin Fethi). Huneyn ve Tebük seferleri yapıldı.

Peygamberimizin vefâtından sonra sırasıyla hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali Müslümanların başına halîfe seçildiler. Bu halîfelerden ilk üçü zamânında Medîne şehri devlet merkezi olarak kaldı. Hazret-i Ali zamânında devlet merkezi Kûfe’ye taşındı. Bu târihten sonra sâkin bir hayat geçirmek isteyenler, kutsal hâtıralarla dolu olan bu şehre gelip yerleştiler. Medîne, bundan sonra da bâzı olaylara şâhit oldu. Halîfe Yezîd zamanında Medîne halkı isyân etti (M. 683), fakat halîfenin orduları, Harra Savaşında onları yendi. Emevîlerin son zamanlarında Hâricîler, Kubayd yakınında Medînelileri yendiler. Fakat Emevî halîfelerinden İkinci Mervan, bunların isyânını bastırdı. Hâricîlerin elebaşlarını cezâlandırdı (M. 745). Abbasîler zamânında da sözde hazret-i Ali taraftarı görünen bâzı kimseler (M. 762’de) iktidarı (hilâfeti) ele geçirmek için teşebbüste bulundular, fakat sonuç alınamadı. Hazret-i Ali’nin torun ve akrabâlarının bunlarla ilgisi yoktu. Mısır’daki Abbâsi halîfesi Vâsık’ın halîfeliği zamânında, Süleym ve Benî Hilâl kabîlelerinin saldırıları, şehir halkına (Medînelilere) çok zarar verdi. Fâtımîler, Mısır’a hâkim olunca Hicaz’ın kutsal olan Mekke ve Medîne şehirlerini tehdide başladılar. Büveyhoğullarından Adudüddevle, Medîne’nin iç kısmını tehlikelerden emin olmak için bir surla çevirtti (M. 974). Medînelilerin büyük bir kısmı sur dışında oturduğundan, göçebelerin saldırılarına uğruyordu. Suriye Atabeki Nûreddîn Mahmûd bin Zengi, şehrin daha büyük bir kısmını içine alan, kapı ve burçları bulunan ikinci bir sur yaptırdı (1162). Medîne’nin etrâfını kuşatan ve 35-40 ayak yükseklikte olan bugünkü suru yaptıran da Osmanlı Devleti Sultanlarından Kânûnî Sultan Süleymân Handır. Sultan Abdülazîz Han ise, sur yüksekliğini yirmi beş metreye çıkartmıştır.

Osmanlı Devleti, Mısır’ı aldığı sırada, Memlûklerin nüfûzu altında bulunan Hicaz emîri Şerif Ebü’l-Berekât, oğlu Ebû Numey’i göndererek Yavuz Sultan Selim’e bağlılığını bildirdi. Bu sûretle Medîne Türk hâkimiyeti altına girdi (1517). Yavuz Sultan Selim Han 1517’de Hicâz’ı fethettiği zaman hutbede kendi ismini “Hâkim-ül Haremeyn” olarak okuyan hatîbe îtirâz etmiş, “Biz bu mübârek şehirlerin hâkimi olamayız! Ancak hâdimi, yâni hizmetçisi oluruz” demiş, Kâbe’nin içini süpürmeye mahsus olan süpürgelerden birisi getirildikte, süpürgeyi bir taç gibi kaldırarak başına koymuştur. Kendinden sonra gelen sultanların taçlarına koydukları süpürge işâreti buradan gelmektedir. O zaman Mekke ve Medîne’nin güvenliği için, her yıl sıra ile Mısır’daki yedi ocaktan Pâdişâhın buyruğuyla Mekke ve Medîne’ye koruma ve kollama görevlisi olarak muhâfız askerler gönderilir, bu iki şehrin kâdıları tâyin edilirdi.

Osmanlılar zamânında şehirde on mescid, on yedi medrese, bir orta, bir ilk mektep, on iki kütüphâne, sekiz tekke, 932 dükkân ve mağaza, dört han, iki hamam, yüz sekiz misâfirhâne vardı. Nüfusu da yirmi bin kadardı. Son asırlardaki Osmanlı Sultanlarından, Sultan İkinci Mahmud-ı Adlî, Sultan Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanlarında sayılamayacak kadar kıymetli hizmetler bu şehrin halkına ve bilhassa Mescid-i Nebî ve Harem-i Şerîfe yapılmıştır.

Sultan İkinci Mahmûd Han, yıkılan ve harâb edilen bütün İslâmî eserleri yeniden inşâ ve ihyâ eyledi. Hücre-i Saâdete hediyye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği şiiri kendisinin ve bütün Osmanlı Sultanlarının Resûlullah’a olan hürmet ve sevgisinin bir vesîkasıdır. Bu şiir:

Şamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!
Murâdımdır -Ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!

Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,
Kabûlünde kıl ihsân ve inâyet, yâ Resûlallah!

Kimim var hazretinden gayri hâlimi eyleyem i’lâm,
Cenâbındandır ihsân ve mürüvvet, yâ Resûlallah!

Dahilek-el-emân, sad-el-emân, dergâhına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefâat yâ Resûlallah!

Dû-âlemde kıl istishâb Hân-ı Mahmûd-i Adlîyi,
Senindir evvel ve âhırda devlet yâ Resûlallah!

Kendisinden sonra oğulları Abdülmecîd ve Abdülazîz Hanlar da, yapılan hizmetleri tezyin için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir. Yaptıkları hizmetleri şan ve şöhret için değil, bu beldelerin hâdimi (hizmetçisi) olarak yaptıklarını da ayrıca tekrar tekrar zikretmişlerdir.

Abdülmecîd Han, Medîne’deki Ayn-ı Zerka adındaki çeşmeyi tâmir edip genişletti. Sultan Abdülazîz Han da Medîne çevresindeki sur duvarlarını sağlamlaştırdı. Ayrıca büyük bir tophâne, hükûmet konağı, hapishâne ve bir de cephânelik (silah deposu) yaptırdı.

İkinci Abdülhamîd Hanın yaptıkları daha öncekilerin yaptıklarını geride bıraktı. Medîne-i münevvereye 1900’de telgraf hattı döşetti. 1902’de Hamidiye-Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işletildi. Mescid-i Nebevî’yi ve Mekke’de bulunan Mescid-i Haram’ı gözleri kamaştıracak derecede tâmir ve tezyin ettirdi. Peygamberimizin ilk hanımı Hadîcetül-Kübrâ’nın türbesini, Fâtımatüz-Zehrâ’nın doğum yerlerini de târifsiz güzellikte ihyâ ettirdi. Minâ şehrini su şebekeleriyle donattı. Eshâb-ı kirâmın, Seyyid Ahmed Rufâî hazretlerinin ve birçok velînin kabir ve türbelerini de tâmir ve ihyâ ettirdi. Daha sayılamıyacak hizmetleri târihe mâl oldu.

Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere, Osmanlılar tarafından adâlet ve hürmetle idâre edilip, milyonlar sarfedilerek, mukaddes makamlar Vehhâbilerin yıkımından sonra tekrar tâmir ve tezyin edildi. Haremeynin mübârek ahâlisi, rahat ve refah içinde yaşadı. Bu saâdet zamanı Birinci Cihân Harbine kadar devam etti. Birinci Cihan Harbi, (1914-1918) sonunda, İslâm birliğini parçalamak arzusuna kavuşan düşmanlar, Mekke emiri olan Şerîf Hüseyin bin Ali’yi ve Ehl-i sünnetten ileri gelenleri, Hicaz’dan çıkardılar. Suûdoğullarını Mekke’ye getirerek, bunları Hicâz ülkesine emir ve hâkim yaptılar. (Bkz. Vehhâbilik)

Medîne, mukaddes bir şehirdir. Çünkü burada bulunan Peygamberimizin kabri “Ravda-i Mutahhera” yeryüzünün en kıymetli üç yerinden biridir. Diğerleri Kâbe ve Mekke şehridir. Bu sebeple Hacca giden Müslümanlar, bu mübârek şehirde bulunan yerleri ziyâret etmeyi vazîfe bilirler. Nitekim Peygamberimiz; “Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmayarak, yalnız ziyâret edene, kıyâmette şefâat etmek, bende hakkı olur.” “Bana selâm verene, ben de selâm veririm.” buyurmaktadır.

Bugünkü Medîne: Medîne, “şehir, medenî yer” demektir. Medîne sokakları temizdir. Evlerin ekserisi sağlam binâ edilmiştir. Çoğunun etrâfında bahçeleri vardır. Şehrin doğusunda Bakî Kabristanı yer alır. Burada sevgili Peygamberimizin yakınlarından birçok sahâbî, hazret-i Osman-ı Zinnûreyn, hazret-i Hasan ve daha pekçok Eshâb-ı kirâmın kabirleri bulunur. Medîne şehri otuz metre yüksek bir duvarla çevrilidir. Bunun kırk kulesi, dört kapısı vardır. Harem-i şerîfin boyu yüz altmış beş, eni yüz otuz adımdır. Harem-i şerîfin güneybatı köşesinde mermerler ve altın yazılarla süslü “Bâbüsselâm” kapısı vardır. Harem-i şerîfin içinde güney doğu köşesinde “Hücre-i Nebevî” bulunur. Kıble duvarı önünde, kıbleye karşı duran kimsenin sağ tarafında Bâbüsselâm, sol tarafında da Hücre-i Seâdet yer alır. Bunun her yeri kıymetli zînetlerle süslüdür. Medîne evleri, Mekke evleri gibi kargir olup, çoğu dört beş katlıdır. Güneyde, şehre 5 km mesâfede (Kubâ) köyü bulunur. Sultan Süleymân Han, Kubâ’dan şehre su yolu yaptırmıştır. Uhud Dağı şehre iki saat mesâfede ve kuzeydedir.

Medîne-i münevverede ve civârında bulunan mübârek yerlerden bâzıları şunlardır: Mescid-i Nebevî: Peygamberimiz hazret-i Muhammed’in yaptırıp namaz kıldırdığı ve o zamandan beri namaz kılma ve ziyâret yeri, Kâbe ve Mescid-i haramdan sonra en kıymetli mesciddir. (Bkz. Mescid-i Nebî)

Ravda-i Mutahhera (Cennet Bahçesi): Mescid-i Nebevî içerisinde, peygamberimizin kabr-i şerîfi ile câminin o zamanki minberi arasındaki yerdir. Ravda-i Mutahhera’nın sütunları beyaz olup mescidin diğer kısımlarının (Mescid-i Nebî’ye sonradan ilâve edilen) sütunları değişik renktedir. Burası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Bkz. Ravda-i Mutahhera)

Ehl-i Suffe yeri: Peygamberimizin mübârek arkadaşlarından olup vakitlerini ilim ve ibâdetle geçiren kimsesiz Müslümanların Mescid-i Nebevî’deki yeridir. Önce Mescid-i Nebevî’ye bitişik idi. Mescid-i Nebevî genişletilirken burası Mescid-i Nebevî’ye dâhil edilmiştir.

Fedek: Hayber yakınlarında hurmalığı çok ve meşhur olan yerdir.

Cennet-ül Bakî: İçerisinde sahâbe-i kirâmın kabr-i şerîflerinin bulunduğu Medîne mezarlığıdır. Bu kabristandaki türbeler ve mezar taşları Vehhâbîler tarafından yıktırılmıştır. Şimdi bu mezarlık bir tarla gibidir (Bkz. Vehhabîlik).

Uhud Şehitliği: Uhud Dağı eteğinde, Uhud Savaşında şehit olan başta hazret-i Hamza ve diğer sahâbe-i kirâmın kabir ve türbelerinin bulunduğu yerdi. Türbe ve mezarlar Vehhâbîler tarafından yıkıldığı için şimdi yalnız hazret-i Hamza’nın mezar yeri türbesi yıkılmış hâlde mevcuttur.

Kubâ Mescidi: Medîne’ye yaya bir saat uzaklıktaki Kubâ köyündedir. Bu mescid Peygamberimizin Mekke’den Medîne’ye hicretleri sıralarında yapılmıştır. Kâbe, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ’dan sonra câmilerin en fazîletlisidir.

Medîne-i münevverenin fazîleti hakkında hadîs-i şerîflerin bâzıları şunlardır:

“Beyt-i şerîfi (Kâ’beyi) ziyâret edip de beni ziyâret etmeyen bana cefâ etmiş olur.” “Her kim benim mescidimde (Medîne-i münevvere mescidi) hiçbir vakit kaçırmayarak kırk vakit namaz kılarsa, onun için Cehennemden âzâd olmak ve azâb ve nifaktan kurtulma berâtı yazılıdır.”

“Bir kimse Haremeyn (Mekke ve Medîne) ahâlisine ezâ ederse Cenâb-ı Hak onu suyun tuzu erittiği gibi mahveder.”

“Sizden biriniz Medîne’de vefât etmeye gücü yetiyorsa, orada vefât etsin! Çünkü ben Medîne’de vefât edenlere kıyâmet gününde şefâat ederim.”

“Medîne’ye Mesih Deccâl’ın (değil kendisi) kokusu (bile) giremeyecektir. O fitne günlerinde Medine’nin yedi kapısı olacak her kapıda (muhâfız) iki melek bulunacaktır.”

“Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescitlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da, sâir mescitlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.”

Kaynak

Rehber Ansiklopedisi

Bu konuyu yazdır

Oku-1 Mekke-i Mükerreme Hakkında Bilgiler
Yazar: RasitTunca - 03-28-2025, 09:56 AM - Forum: Coğrafya Bilgileri - Yorum Yok

Mekke-i Mükerreme Hakkında Bilgiler

MEKKE-İ MÜKERREME

Arabistan Yarımadasında, İslâm âleminin dînî merkezi, Müslümanların kıblesi olan “Kâbe-i muazzama”nın içinde bulunduğu mukaddes belde, Peygamber efendimizin doğduğu şehir.

Mekke-i mükerreme târihi: Mekke’nin târihi İbrâhim aleyhisselâm zamânına kadar uzanır. Bu hususta İslâm âlimlerinin kitaplarında yazıldığı üzere hazret-i İbrâhim, oğlu hazret-i İsmâil ve annesi hazret-i Hacer’i Allahü teâlânın emri ve Sârâ Hâtunun isteği üzerine bu beldeye getirip bırakmıştır. O zaman burada hiç insan ve su yoktu. Taşlık ve ağaçsız bir yerdi. İbrâhim aleyhisselâm Hâcer ve oğlunun yanlarına bir miktar hurma ile biraz su koyarak yalnız bırakıp ayrıldı. Hacer ardından koşup feryât etti. İbrâhim aleyhisselâm ona cevap vermedi. Çünkü Sârâ öyle şart etmişti. Hacer, İbrâhim aleyhisselâmın kendisine iltifat etmediğini ve konuşmadığını görünce; “Seni dost edinen Allahü teâlânın hakkı için söyle. Bizi burada Allahü teâlânın emriyle mi bırakıyorsun?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, “Evet!” buyurdu. Bunun üzerine Hacer sustu ve “Rabbimiz bizi korur” dedi. Ellerini semaya kaldırıp duâ etmeye ve yalvarmağa başladı. Bundan sonra bu tenhâ yerde bâzan İsmâil aleyhisselâm annesine bakar ağlardı, bâzan da annesi İsmâil’e bakar ağlardı.

Hacer Hâtun, ilk günlerde İbrâhim aleyhisselâmın kendileri için bıraktığı hurmadan yiyip sudan içti, oğlunu emzirdi. Fakat sonra su ve hurma bitti. Ana-oğul, ikisi de susadılar. Ama ortalıkta bir damla bile su yoktu. Hâcer, İsmâil aleyhisselâmı yere yatırıp belki bir su görürüm ümidiyle Safâ Tepesine doğru çıktı. Kimseyi görmedi. Oradan yürüyüp Merve’ye vardı. Yüksek yerden etrâfa baktı. Bir şey göremedi. Safâ ile Merve arasını yedi kere yürüdü. Bu sebeple Hac’da böyle yapmak sünnet oldu. Yedincide Merve tarafından bir ses işitti. Lâkin kimseyi göremedi. Seslenen Cebrâil aleyhisselâmdı. “Yâ Hâcer, oğulunun yanına gel, Hak teâlâ onu zâyi etmez. Bir gün gelir ki, oğlun bu yerde babasıyle Kâbe-i şerîfi binâ ederler.” diye çağırıyordu. Hâcer oğlunun yanına gelince Cebrâil aleyhisselâmı orada gördü. Cebrâil aleyhisselâm; “Siz kimsiniz?” dedi. Hâcer; “İbrâhim aleyhisselâmın âilesiyim. Bu da oğlumdur.” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Sizi bu tenhâ yerde kime ısmarladı?” diye sorunca; “Allahü teâlâya emanet etti.” cevâbını verdi. Cebrâil aleyhisselâm; “Sizi öyle bir pâdişâha ısmarlamış ki o her işinize kâfidir.” dedi. Hâcer baktı, oğlunun ayak ucu yanında berrak bir suyun aktığını gördü. Bu su, İsmâil aleyhisselâmın ayak topuklarının yerde iz bırakmasından çıkmıştı. Oğlu ile bu sudan içtiler. Susuzluktan ve açlıktan kurtuldular. Bu su zemzem suyuydu. Açlık niyetine içilse açlığı, susuzluk niyetine içilse susuzluğu giderirdi. Hâcer kabına da su almak istedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Lüzum yoktur. Bu su dâimâ akar, hiç kesilmez.” dedi.

Hâcer civardan taş toplayıp suyun etrâfına dizdi. Maksadı suyu boşa akıtmamaktı. O anda bir ses işitti: “Korkma! Hak teâlâ suyu eksiltmez çoğaltır. Bu makâmı ibâdethâne yapar. Oğlun peygamber olur.” Sonra Mekke-i mükerreme şehrinin burada kurulacağını ve kıyâmete kadar bu mübârek yerde ibâdet edileceğini söyledi. Hâcer, bu habere çok sevindi. Bundan sonra oğlu ile bir zaman bu yerde yalnız oturdular.

İbrâhim aleyhisselâmın amcaoğulları olan Cürhüm kabîlesi her sene ticâret için Şam tarafına gelirlerdi. O yıl da aynı sebeple yola çıkmışlar, Mekke civârından geçiyorlardı. Kâfiledekiler çok susamışlardı. Bu yörede hiç su yoktu. İlerde bir yerde kuşların toplandıklarını gördüler. Kâfilenin büyükleri, bu yerde başka zaman böyle kuş görmezdik. Hem kuşlar susuz yerlerde toplanmazlar. Belki yeni bir su çıkmıştır, deyip aralarından seçtikleri iki kişiyi kuşların toplandığı yere (Mekke’ye) gönderdiler. O kimseler gelip bir güzel su ve yanında bir hâtun ile bir küçük çocuğun oturduğunu gördüler. “Siz kimsiniz?” diye sordular. Hâcer hâlini arz edip; “Bu suyu Hak teâlâ bana ve oğluma ihsân etti.” dedi. “Bu suda başkasının hakkı var mıdır?” dediler. Hâcer, “Hayır.” dedi. O kimseler geri dönüp gördüklerini kâfiledekilere anlattılar. Kâfilenin büyükleri, bu yeri kendileri için ve hayvanlarını otlatmak için elverişli buldu. Gelip Hâcer’den kavminin o su başında yerleşmesine izin istedi. Hâcer kabûl etti. Bu kavim, Mekke’nin yukarısına yerleştiler. Bunların da amcaları olan bir başka kavim vardı. Bunlar da daha sonra gelip Mekke’nin aşağı kısımlarına yayılıp yerleştiler. Evler ve binâlar yaptılar. Mekke-i mükerreme şehri böylece kurulmuş oldu. Bu kavimler Hâcer ile İsmâil aleyhisselâma hürmet ederlerdi. İsmâil aleyhisselâm bunların arasında büyüdü. Onlarla Arabî lisanla konuştu. Çok güzel konuşurdu. Daha sonra Peygamber oldu. Babası İbrahim aleyhisselâm ile Mekke’de “Kâbe-i muazzama”yı Allahü teâlânın izniyle binâ ettiler.

Mekke-i mükerreme kurulduktan sonra zamanla gelişti. Nüfusu arttı. Zemzem kuyusu ve “Kâbe-i muazzama” etrâfında gelişip büyüyen şehir aynı zamanda bir ticâret merkezi hâlini almıştı. Mekke’nin önemi, Asya ile Afrika’nın önemli ticâret yollarının birleştiği noktada bulunmasından ileri geliyordu. Bundan başka Mekkeliler çok eskiden beri Arabistan’ın komşu devletleriyle ticâret yaparlardı. Hattâ Bizans ve İran’dan “Kayzer ve Husrev teminatı” adı altında çeşitli ticârî imtiyazlar da almışlardı. Mekke’ye bu durumundan dolayı “Tâcirler şehri” de deniliyordu. Mekke şehri “Dâr-ün-nedve” denilen yerde toplanan istişâre meclisi tarafından idâre ediliyordu. Bu mecliste kabîle reisleri yer alır ve kendisine verilen vazîfeleri yapardı. Mekke kervanları Yemen’den Hint ürünleri, Çin ipekli kumaşları, Afrika’dan altın tozu, fildişi ve köle getirirlerdi. Mısır ve Suriye’den ise hubûbat, nebâti yağ, çeşitli silahlar ve pamuklu ile yünlü kumaşlar getirirlerdi. Mekke’de ayrıca her sene ticârî maksatla ve yerli eşyâların satımı için panayır yapılırdı.

Mekke’de İsmâil aleyhisselâmın evlâtlarından gelenler zamanla çoğaldı. Hazret-i Muhammed’in gelmesine yakın Mekke’de bu soyun devâmından Kureyş kabîlesi vardı. Bu kabîleye Kureyş isminin verilmesi, Resûlullah’ın on birinci babası olan “Fihr”in diğer isminin Kureyş olmasıdır. Fihr, yaşadığı devirde insanları yoklar, fakirleri bunların arasından bulur, onları yedirir ve giydirirdi. Bu sebepten kendisine Kureyş adı verilmişti. Kureyş, “toplamak, kazanmak” mânâsına da gelir. Hac mevsiminde gelenler Fihr’in ziyâfetine katılır, böylece bir araya toplanırlardı. Bu güzel hasletlere vesîle olduğu için kendisine ve daha sonra kavmine Kureyş denilmişti.

Hazret-i Muhammed Kureyş’in Hâşimî kolundan Mekke’de dünyâya geldi (Bkz. Muhammed Aleyhisselâm). Babası Abdullah, annesi Âmine Hâtundu. Kırk yaşında Peygamberliği kendisine bildirildi. Bundan sonra Mekkelileri dîne dâvet etti. Mekkelilerden bâzıları kendisine inandı, bâzıları da inanmadı. İnanmayanlar kendisini öldürmeye kastettiler. Bunun üzerine Allahü teâlânın emriyle Medîne’ye hicret etti (Bkz. Hicret). Hicretin onuncu yılında Mekke’yi aldı (Bkz. Mekke’nin Fethi). Halkı Müslüman oldu.

Hazret-i Muhammed’in Mekke’den Medîne’ye hicret etmesi, Medîne’nin İslâmiyetin merkezi durumuna gelmesine, Mekke’nin iktisâdî durumunun gerilemesine yol açtı. Müslümanlığı benimseyen zengin âileler Medîne’ye göç etti. Dört halîfe zamânında Müslümanlık dünyâya yayılınca Kureyşliler eyâletlerde kumandan ve vâli oldular. Böylece Mekkelilerin ticâretle ilgileri daha da azaldı. Hele Irak’ın Müslümanlar tarafından fethedilmesi Mekke’nin iktisâdî çöküntüsünü daha da hızlandırdı. Zîrâ Hint ticâreti Basra Körfezi ve Fırat Vâdisi yoluyla yapılmaya başlandı.

Dört halîfeden sonra halîfelik Emevîlerin eline geçti. Emevî halîfelerinden hazret-i Muâviye bu kutsal şehre, çok ilgi gösterdi. Burada binâlar yaptırdı ve tarımı geliştirdi. Sulama tesisleri kurdu. Böylece Mekke’nin durumu gelişti. Bundan sonra hâli vakti iyi olanlar dinlenmek için Mekke’de toplanmaya başladılar. Bu durum Mekke’nin önemini daha çok arttırdı. Daha sonra gelen Emevî halîfeleri de şehre gerekli ilgiyi gösterdiler. Mekke için tehlike olan sel sularının önünü almak için bu sular önüne setler yapıldı. Hazret-i Ömer tarafından başlatılan ve Birinci Velid tarafından sürdürülen tâmiratlarla Kâbe-i muazzamanın avlusu genişletildi. Mescidül Harâm’ın plânı hazırlandı. Abdullah bin Zübeyr ve Haccac devrinde Kâbe yeniden yapıldı. Yemen’den gelen Hâricî tâifesinin bir müddet Mekke’ye hâkim olmalarından sonra 750’de Mekke, Emevî hilâfetini yıkan Abbâsîlerin eline geçti. Haremeyn’in idâresi eskiden yapıldığı gibi halîfe âilesine yakın olanlara verildi. Abbâsî halîfelerinden Hârun Reşîd, Mekke’ye dokuz defâ hacca geldi. Mekke’nin gelişmesi için çok para harcadı. Halîfe Me’mun zamânında Mekke’nin idâresi Resûlullah’ın soyundan hazret-i Ali evlâdına verildi. Bunlardan hazret-i Hüseyin’in evlâdına Seyyid, hazret-i Hasan’ın evlâdına da Şerîf denirdi. Mekke’de hâkim olan sülâle şerîflerdi.

Şerîflerin kazandığı dînî bakımdan sınırlı bağımsızlık döneminde Mekke, gelişerek Medîne’yi geçti. Bu dönemde Mekke Şerîfliğinin bağımsızlığını korumak için çok gayret sarfedildi. Bu gayret sebebiyle, Fâtımî halîfesi adına Mekke’de hutbe okunması teklifi reddedildi. 976’da Fâtimî halîfesi, Mısır ticâret yolunu kesti ve şehri kuşattı. Mekke halkı bu durum karşısında teslim oldu. Mekke’de şerîfler çok güç durumda kaldılar. Bundan kısa bir müddet sonra Yemen meliki Es-Süleyhî Mekke’yi aldı. Mekke’deki şerîfler Es-Süleyhî’den, kendilerinden birini hükümdar olarak seçmesini ve şehri bırakarak gitmesini istediler. Bunun üzerine Es-Süleyhî, Ebû Hâşim Muhammed’i (1063-1094) büyük şerîf tâyin etti. Böylece Mekke’de Hâşimî Sülâlesi hükmetmeye başladı.

Abbâsî Halîfesi Me’mun zamânında ortaya çıkan ve Mekke’yi kuşatarak yağma eden, sonra Fâtimîlerin Mekke’yi kuşatması ile hâkimiyetine son verilen Mûsâ bin Abdullah soyundan olan Katâde, hâkimi olduğu Yenbu’dan topraklarını Mekke’ye doğru genişletmeye başladı. Mekke’de kendine taraftarlar buldu. Mîrac kandilinde, bütün halkın şehirden çıktığı bir sırada Mekke’yi aldı.

Mısır’ın, Türk Hükümdârı Yavuz Sultan Selim Han tarafından alınmasından sonra (1517) Türkler zamânında Mekke, Şerîf Muhammed Ebû Numeyy (1526-1566) ve Şerîf Hasan (1566-1601) tarafından yönetildi. Türklerin himâyesinde Mekke şerîflerinin toprakları, kuzeyde Hayber’e; güneyde Hali’ye; doğuda Necd’e kadar genişledi. Şerîf Hasan’ın ölümüyle Mekke’de yeniden kargaşalık başgösterdi. Karışıklığı körükleyenler İranlılardı. İranlılar, İranlı Zavi Zeyd zamânında (1631-1666) işi iyice azıttılar. Nihâyet Osmanlı Sultanı Dördüncü Murâd Han irâde buyurarak bütün İranlıların Mekke’den çıkarılmasını ve bunların hacca gelmelerini yasak etti. Bu durum, sünnîlerle İranlıların çatışmasına yol açtı. Olaylar Mekke’ye kadar yayıldı.

Mekke vâlisi İranlılara Mekke’den çıkmalarını emretti. İranlılar Mekke’den çıktılar. Mukaddes belde de temizlenmiş oldu. Bu olaydan sonra Mekke’de, Vehhâbîler meydana çıkıncaya kadar birbirini tâkip eden şerîf âileleri, Zavi Zeyd, Zavi Berakât, Zavi Mesud yönetimleriyle idâre edildi.

Vehhâbîler 1800 senesinde saldırdılar. Mekke Emiri Şerîf Gâlip Efendi, bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlip Efendi, Vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı. Vehhâbîlerin baskısı altında kalan Mekke etrâfındaki Arap kabîleleri, Vehhâbî oldular.

Emirleri Suud başkanlığında Tâif’e saldırarak çok Müslüman kanı akıtan Vehhâbîler, daha sonra Mekke’ye tekrar saldırdılar. Fakat, hac zamânı olduğu için, şehre girmeğe korktular. Mekke halkı, Tâif’teki Müslümanların öldürülmelerini işitince, korktular. Şerîf Gâlib Efendi, Vehhâbîlere karşı koymak için Cidde’ye asker toplamaya gitti. Fakat mekke ahâlisi, Tâif fâciasından çok korktukları için Vehhâbî kumandanına bir heyet göndererek, şehri teslim edeceklerini söylediler. Vehhâbîler, 1803 (H. 1218) yılının Muharrem ayında Mekke’ye girip, Vehhâbîlik inançlarını şehirde yaydılar.

Şerîf Gâlib Efendi Cidde’deki askerleri alarak Mekke’ye geldi. Burada bırakılmış olan Vehhâbî askerlerini çıkardı. Emirliği tekrar ele geçirdi. Vehhâbîler, Mekkelilerden intikam almak için, Tâif etrâfındaki köylere saldırıp çok cana kıydılar. Osman-ül-Mudâyıkî adındaki bir Vehhâbîyi Tâif’e vâli yaptılar. Bu vâli Mekke etrâfındaki Vehhâbîleri toplayarak büyük bir kalabalıkla 1805 (H. 1220) senesinde Mekke şehrini kuşattı. Mekke’deki Müslümanlar aylarca sıkıntı çekti. Aç kaldılar. Son günlerde yemek için hiçbir şeyleri kalmadı. Şerîf Gâlib Efendi, milletin canlarını kurtarmak için, Vehhâbilerle anlaşmaktan başka çâre olmadığını anladı. Mekke Emirliği kendinde kalmak ve Müslümanların canına, malına dokunmamak şartıyla şehri Vehhâbîlere teslim etti.

1811 (H. 1226)’de İkinci Mahmûd Han, Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşaya ferman gönderip, Vehhâbîleri terbiye etmesi ve Hicaz’ı almasını emretti.

Mehmed Ali Paşanın emrindeki Osmanlı ordusu 1813 senesinde (H. 1228) Cidde’ye geldi. Oradan Mekke’ye yürüdü. Şerîf Gâlib Efendinin kendilerine gizlice göndermiş olduğu plânlara uyarak, kolayca Mekke’ye girdi. Osmanlı ordusunun Mekke’ye yürüdüğü haberi şehre yayılınca, Vehhâbî askerleri, kumandanları ile birlikte dağlara kaçtılar.

Mehmed Ali Paşa, Mekke’ye Şerîf Gâlib Efendinin kardeşi Şerîf Yahyâ Efendiyi emir yapmıştı. Sonra bunu da değiştirip, onun yerine Muhammed bin Avn’ı emir tâyin etti. Sonra, Zavi Zeyd Mekke emîri oldu.

Bilâhare Muhammed bin Avn tekrar Mekke emîri, onun ölümünden sonra, yerine halk tarafından sevilen Abdullah, Mekke emîri yapıldı. Şerîf Abdullah Mekke’de âsâyişi sağladı. Abdullah’tan sonra yerine büyük kardeşi Hüseyin geçti. Onun öldürülmesinden sonra da yerine Abdülmuttalib getirildi. Bu sırada Mekke’ye vâli tâyin edilen Osman Paşa, Abdullah’ın Şerîf olması için çalıştı. Ancak Osmanlı Devleti, Avnülürrefik’i Mekke’ye şerîf tâyin ederek Osman Paşayı geri çağırdı. Yerine Cemâl Paşa gönderildi. Kısa bir zaman sonra o da alınarak, görev Safvet Paşaya verildi. Avnülürrefik’in ölümünden sonra yerine halef olarak Şerîf Abdullah Mekke emiri tâyin edildi. Fakat vazîfeye giderken yolda ölmesi üzerine Mekke emirliği Avn’ın yeğeni Şerîf Ali’ye verildi. 1908 meşrûtiyetinden sonra, Ali, bu görevden çekilmek zorunda kaldı. Bunun yerine yine Avn’ın başka bir yeğeni olan Şerîf Hüseyin, son şerîf olarak Mekke emîri tâyin edildi. Osmanlı Devletinin İttihatçılar eliyle Birinci Dünyâ Harbine girmesinden ve yanlış politika uygulamalarından sonra Şerîf Hüseyin, Mekke’de bağımsızlığını îlân etti.

17 Haziran 1908’de Abdülazîz bin Suûd, İngilizlerin teşvikiyle bir beyannâme neşretti. Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlar kâfirdir. Bunlarla cihâd ediyorum, diyerek Mekke’ye ve Tâif’e saldırdı. Fakat, bu şehirleri Şerîf Hüseyin Paşadan alamadı. 1924’te İngilizler, Şerîf Hüseyin Paşayı yakalayıp Kıbrıs’a götürdü. Şerîf Hüseyin Paşa, 1931’de, Kıbrıs’ta kapatıldığı otelde vefât etti. Abdülazîz bin Suûd, 1924 senesinde Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. 1926 senesinde de, bütün Hicaz’ı zaptederek, Hicaz Kralı îlân edildi.

Mekke’nin fazîleti: Mekke-i mükerreme, içinde “Kâbe-i muazzama” bulunduğundan diğer şehirlerden daha fazîletli ve mukaddes bir şehirdir. Bu özelliğinden dolayı Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Mekke’den göç edip sonra tekrar Mekke’ye döndüğü vakit Kâbe’nin karşısına geçerek:

“(Ey Kâbe) Allahü teâlânın yarattığı en hayırlı memleketler içerisinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer senden çıkarılmasaydım ben de çıkmazdım.” buyurmuştur. Yine bir defâ da; “Kâbe nasıl en şerefli yer olmasın ki, ona, yalnız bakmak bile ibâdettir.” buyurmuştur. Yine fazîletinden dolayı Mekke’de iyiliklerin mükâfatı kat kat fazla olduğu gibi, fenâlıkların cezâsı da (iki) kattır. Hadîs-i şerîfte bildirildiğine göre: “Mescid-i Aksâ’da kılınan bir rekat namaz, bin namaza; Mescid-i Nebevî’de kılınan bir rekat namaz on bin namaza; Kâbe’de kılınan bir rekat namaz ise yüz bin namaza muâdildir.” Yapılan hesaplara göre Kâbe’de kılınan bir rekat namaz, iki yüz elli sene, altı ay, yirmi günlük namaza muâdildir. Mekke-i mükerreme, kuzeyden güneye doğru karşılıklı uzanan Arafât ve Kabis dağları ile, Sevr ve Hira Dağının arasında olup, şehrin (eski Mekke’nin) uzunluğu üç, genişliği bir kilometredir. Arafât Dağı yaya olarak, Mekke-i mükerremenin altı saat ilerisinde olup, hacıların vakfeye durduğu yerdir. Arafât’tan iki saat beride Müzdelife, Müzdelife ile Mekke arasında Minâ kasabası vardır. Minâ, Mekke’nin; Müzdelife, Minâ’nın; Arafât da, Müzdelife’nin kuzey tarafındadır. Minâ ile Mekke arası altı km; Minâ ile Müzdelife arası on iki km; Müzdelife ile Arafât arası altı km; Safâ ile Merve arası 330 m, Safâ Tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metredir.

Mekke-i mükerremede ve civârında bulunan mübârek yerlerden bâzıları şunlardır:

1. Kâbe-i muazzama: Mekke’nin ortasında olup, müslümanların kıblesi, hacıların etrâfını tavâf ettikleri Beytullah, mukaddes ev. (Bkz. Kâbe)

2. Mescid-i Harâm. (Bkz. Mescid-i Harâm)

3. Makâm-ı İbrâhim. (Bkz. Mescid-i Harâm, Kâbe)

4. Zemzem kuyusu. (Bkz. Zemzem)

5. Hatîm. (Bkz. Mescid-i Harâm, Kâbe)

6. Safâ: Kâbe-i muazzamanın doğusunda bir tepe olup, hacda sa’y yapmağa bu tepeden başlanır.

7. Merve: Kâbe’nin yakınında bir tepe olup, sa’y esnâsında Safâ Tepesinden sonra Merve Tepesine gidilir. Safâ ile Merve arası 330 metredir.

8. Beyt-i Mevlid-i Nebevî: Peygamber efendimizin doğduğu evdir. Mekke’nin doğu cihetinde Şiab-i Ebû Tâlib caddesindedir.

9. Ebû Kubeys Dağı: Kâbe-i muazzamanın ve Safâ Tepesinin doğu kısmında olup, hazret-i İbrâhim bu dağın tepesinden insanları hacca dâvet etmişti.

10. Cennet-ül-Muallâ: Mekke’deki kabristanın ismidir. Hazret-i Hadîce ve bâzı Sahâbe-i kirâm bu kabristanda medfûndur. Buradaki türbeler ve kabir taşları, Osmanlılardan sonra yıkılarak yerle bir edilmiştir.

11. Hira Dağı: Mekke-i mükerreme ile Minâ arasında bulunan bir dağdır. Peygamber efendimize ilk vahy bu dağdaki Hirâ mağarasında gelmiştir.

12. Sevr Dağı: Mekke-i mükerremenin güney cihetinde bulunan, Peygamber efendimiz ile hazret-i Ebû Bekr’in Mekke’den Medîne’ye hicretleri esnâsında gizlendikleri mağaranın bulunduğu dağ.

13. Minâ: Mekke’nin doğusundaki dağların eteğinden Arafat’a giden yol üzerinde bulunan bir yerin adı. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesilen ve cemre (şeytan) taşlamak için gidilen yerdir. İbrâhim aleyhisselâm oğlu hazret-i İsmâil’i kurban etmek için buraya götürmüştü. Mekke ile arası altı kilometre olan Minâ, Mekke’nin kuzeyindedir.

14. Müzdelife: Arafat ile Minâ arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ’nın yeryüzünde ilk kavuştukları yer. Hac esnâsında burada bir müddet durmak (vakfe) vâcibtir.

15. Meş’ar-i Harâm: Müzdelife’nin nihâyetinde Cebel-i Kuzah yakınında bir yerdir. Müzdelife vakfesinin burada yapılması efdaldir.

16. Arafat: Mekke-i mükerremenin doğusunda bulunan, 70 metre yüksekliğindeki tepenin ve bu tepenin önünde bulunan ovanın ismidir. Kurban bayramından bir gün önce, Arefe günü burada vakfeye durmak haccın farzlarındandır. Tepe, koyu yeşil taş yığınlarından meydana gelmiştir. Arafat Ovasının ortasındaki bu tepeye rahmet dağı mânâsına Cebel-ür-Rahme de denir. Peygamber efendimiz yüz bini aşkın Müslümana vedâ hutbesini burada okudu.

17. Hil: Hacda ihrâma girme yerleri olan ve mîkat denilen yerlerle Mekke şehri, yâni Harem arasına Hil denir.

18. Harem: Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdu İbrâhim aleyhisselâm tarafından çizilmiş ve yine onun tarafından dikilen taşlarla gösterilmiştir. Bu taşlar çok kere yenilenmiştir.

Mekke-i mükerremenin fazîleti hakkında hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “İslâm beldelerinin hiç birisi kalmaz ki onu Deccal (orduları) çiğnememiş olsun. Yalnız Mekke ile Medîne bu istilâdan ma’sûn bulunur.” ve “Mescid-i Harâm’da kılınan bir namaz, sâir mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.”

MEKKE’NİN FETHİ

Sayıca az olan ilk Müslümanların müşriklere karşı îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla hicret ettikleri Mekke’yi, on yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp fethetmeleri. Hicretin altıncı yılında Peygamber efendimizle Hudeybiye Antlaşmasını yapan Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devamı için Müslümanlara yapılan yeni tekliflere de uymadılar. Peygamber efendimizin hazırladığı İslâm ordusu, hicretin onuncu yılında müşriklerden Mekke’yi kan dökülmeden aldı.

Mekkeli müşrikler; Muhammed aleyhisselâma Peygamberlik verilip insanları şirkten, puta tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye dâvete başladığı günden îtibâren sevgili Peygamberimizle Müslümanlara şiddetli düşmanlık gösterdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından Müslümanların hicret etmelerine izin verildi. Böylece Mekkeli Müslümanlar mallarını mülklerini bırakarak Medine’ye hicret ettiler. (Bkz. Hicret)

Peygamberimizin Mekkeli müşriklerle sulh ve harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti oldu. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakaret, işkence bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmanlık, hicretin ikinci yılında harp şekline dönüştü.

Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmesinden sonra da düşmanlıklarını devam ettiren müşrikler, ordu hazırlayıp Medine’de bulunan Müslümanlar üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek gibi kanlı savaşlar yapıldı (Bkz. İlgili mad.). Bu savaşlarda Müslümanlar karşısında tutunamayıp perişan oldular. Nihayet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle sulh yapmayı kabul ettiler ve Hudeybiye Antlaşmasını imzâladılar.

On yıl süre için imzalanan bu antlaşmanın bir maddesine göre Kureyş kabilesi dışında kalan diğer Arap kabileleri, Müslümanlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi (Bkz. Hudeybiye Antlaşması). Bu antlaşma gereğince Huzâa kabilesi Peygamberimizin, Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabile arasında eskiden beri sürüp gelen bir düşmanlık vardı. Bahaneler arayarak hâdise çıkarmak isteniyordu. Bir gün Mekkeli müşriklerin himâyesindeki Benî Bekr kabilesinden biri şiir okuyarak Peygamber efendimizi hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabilesinden bir genç buna râzı olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi. Fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup, yardı ve susturdu. Benî Bekr kabilesi bu hâdiseyi bahane ederek Huzâa kabilesi üzerine âniden saldırdı. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda Benî Bekr kabilesine yardımda bulundukları gibi kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte Huzâa kabilesi üzerine saldırdılar. Hudeybiye Antlaşması gereğince emin bulunan Huzâa kabilesi, bu ânî saldırıda hazırlıksızdı. Yerleşmiş oldukları Vetir Suyu denilen yerden Mekke’ye kadar kaçmak zorunda kaldılar. Kâbe’ye ve hareme sığınmış oldukları halde üzerlerine hücum edildi ve neticede Huzâa kabilesinden yirmi üç kişi öldürüldü.

Bu saldırıda himayelerinde bulunan Benî Bekr kabilesine at ve silah vermek gibi yardımda bulunmaktan başka bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş müşrikleri, Hudeybiye Antlaşmasını bozdular.

Huzâa kabilesi durumu Peygamber efendimize arz etmek üzere kabileden 40 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler. Peygamberimiz Huzâa kabilesinden gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edeceklerini vaad ederek, yurtlarına geri gönderdi.

Sevgili Peygamberimiz bunun üzerine Mekkeli müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabilesinden öldürülenlerin diyetini (kan bedelini) ödeyiniz veya Benî Bekr kabilesini himâyeden vazgeçiniz. Bunlardan birini kabul etmezseniz Hudeybiye Antlaşmasını bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz.” teklifinde bulundu.

Mekkeli müşrikler bu teklifleri kabul etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması resmen bozulmuş oldu. Antlaşmayı bozan Kureyş müşrikleri, kısa bir müddet sonra da antlaşmayı yenilemek istediler. Bu maksatla o zaman henüz Müslüman olmamış olan Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler.

Ebû Süfyan Medîne’de kendi kızı ve Peygamberimizin zevcesi olan Ümmü Habibe’ye ve Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine, sonra da Peygamberimize gidip, sulhu yenilemek istediklerini söylediyse de müsbet cevap alamadı. Ebû Süfyan son olarak hazret-i Ali ile görüştü. Ali radıyallahü anh ona; “Sen Kureyşin ileri gelenisin, çıkıp halk içinde antlaşmayı yeniliyorum.” dersin, diyerek başından savdı.

Ebû Süfyan, Peygamberimizin mescidine girdi; “Ey insanlar ben her iki tarafı da himâyeme alıyor sulhu yeniliyorum.” dedi. peygamberimiz; “Yâ Ebâ Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil.” buyurdu. Ebû Süfyan bundan sonra Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca Kureyş müşriklerine durumu anlatıp; “Hayatımda eshâbının Muhammed’e gösterdiği bağlılık ve itâat gibi bir itaatle bağlanan bir kavim görmedim.” dedi. Müşrikler; “Sen hiçbir şey yapmamışsın, senin kendi kendine îlân ettiğin sulhun hiçbir hükmü olmaz. Sen bize sulh haberi getirmedin ki emin olalım, harp haberi de getirmedin ki harbe hazırlanalım.” diyerek Ebû Süfyan’a sitem ettiler.

Ebû Süfyan Mekke’den döndükten sonra, Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr’le Ömer’i çağırdı. İstişare yaptı ve harbe karar verdi. Hazırlığa başlanıp, ordu toplandı. Bütün hazırlıklar gizli tutuldu. Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi Huzâa kabilesine verildi. Bu kontrol son derece titizlikle yapıldı. Ancak bu durum Medine’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın vâsıtasıyla gönderilen mektupla Mekkelilere haber verilmek istendi. Bâzı sebeplerle girişilen bu teşebbüs Peygamberimize Allahü teâlâ tarafından Cebrâil aleyhisselâmla gönderilerek bildirildi. Peygamberimiz, hazret-i Ali ile hazret-i Zübeyr bin Avvam ve Mikdad bin Esved’i (radıyallahü anhüm) çağırıp; “Sür’atle gidiniz Hah denilen yere vardığınızda bir hâtun bulursunuz. Onda bir mektup vardır. O mektubu alıp bana getiriniz.” buyurdu. Süratle gidip kadını buldular. Mektubu istediklerinde kadın; “Benim yanımda mektup yok.” diyerek gizlemek istedi. Hazret-i Ali kılıcını çekip; “Resûlullah asla yalan söylemez.” deyince kadın saç örgüsünün arasına sakladığı mektubu çıkarıp verdi. Böylece haber verme teşebbüsü engellendi.

Sevgili Peygamberimiz bütün hazırlıkları tamamladıktan sonra on bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Medîne’den hareket Ramazanın ilk günlerinde idi. Bu sırada hazret-i Abbas da Medine’ye hicret ediyordu. Yolda İslâm ordusu ile karşılaştı. Daha önce Müslüman olduğu halde durumu müşriklerden gizleyerek Mekke’de kalmıştı. Peygamberimiz, amcası hazret-i Abbas’a; “Muhacirlerin sonuncusu sen oldun.” buyurdu.

Peygamberimiz ordusuyla Mekke’ye yaklaşırken yollar tamamen tutulmuş olduğu için Kureyş müşrikleri üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi. Sevgili Peygamberimiz, savaş düzenine soktuğu ordusunda kabilelere bayrak ve sancaklar verdi. Merru’z-Zahran denilen yere varınca karargâh kuruldu. Burada Peygamberimiz, gece vakti on bin ateş yakılmasını emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler neye uğradıklarını bilemeyip iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyan’ın yanına toplandılar. Ebû Süfyan yanına aldığı üç dört kişiyle durumu öğrenmek için İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru yürüdü. Karargaha yaklaştığı sırada İslâm askerleri onu yakaladılar. Hazret-i Abbas onu alıp Resûlullah’ın huzuruna götürdü. Peygamberimiz Ebû Süfyan’ı affedip, amcası Abbas’a; “Onu bu gece çadırına götür sabah bana getir.” buyurdu. Sabah olunca Resûlullah’ın huzuruna götürüldüğünde; “Ey Ebû Süfyan! Henüz, Lâ ilâhe illallah, diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyan Peygamberimize; “Anam babam sana feda olsun. Bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun, ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilah yoktur.” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Benim peygamber olduğumu da tasdik etme zamanın gelmedi mi?” buyurunca Ebû Süfyan, Kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslüman oldu.

Peygamberimiz Ebû Süfyan’a (radıyallahü anh); “Kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye, Mescid-i Haram’a ve kendi evine sığınırsa emindir.” buyurarak Mekkeli müşriklere bunu bildirmesini emretti. Ebû Süfyan, Mekke’ye dönmek üzere izin istediğinde Peygamberimiz amcası hazret-i Abbas’a; “Ebû Süfyan’ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür İslâm ordusunun büyüklüğünü görsün.” buyurdu. Abbas (radıyallahü anh); onu alıp ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabile kabile Ebû Süfyan’ın önünden geçiyor “Allahü ekber” sedaları her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe Abbas (radıyallahü anh) ona tanıtıyordu. En son Peygamberimizin bulunduğu birlik geçti. Bundan sonra Ebû Süfyan süratle Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca kendisini heyecan ve endişe ile bekleyen Kureyşlilere: “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısına çıkılmayacak bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Ebû Süfyan’ın evine, Mescide sığınır veya kendi evine kapanırsa emindir.” dedi.

Ebû Süfyan’ın (radıyallahü anh) sözlerini heyecanla dinleyen Kureyş müşrikleri büyük bir şaşkınlık içine düşüp, bir kısmı Ebû Süfyan’ın evine bir kısmı Harem-i şerife girdi. Bir kısmı da kendi evine kapanıp dışarı çıkmadı. Silâhını alıp sokaklarda dolaşanlar da görülüyordu.

Peygamberimiz, Mekke’ye girerken kumandanlara şehre hangi semtlerden gireceklerini gösterip, orduyu dört kola ayırdı ve; “Size karşı konulmadıkça ve saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyiniz! Hiç kimseyi öldürmeyiniz!” buyurdu. Yalnız Mekkelilerden bâzı kimselerin bunun dışında olduğunu bildirdi.

İslâm ordusu, kollar hâlinde Mekke’ye girdi. Sâdece Hâlid bin Velid’in (radıyallahü anh komuta ettiği birliğe karşı bir grup müşrik karşı koydu. Hâlid bin Velid hücum edenlerin on üçünü öldürdü, diğerlerini dağıttı.

Peygamberimiz, Kusva adlı devesi üzerinde Fetih sûresini okuyarak Mekke’ye girdi. Sağında Ebû Bekr, solunda Üseyd ibni Hudayr, etrâfında Muhâcirîn ve Ensâr’dan bir kısım eshâb vardı. Kâbe’yi görünce tekbir getirdiler. Yükselen tekbir sadâlarının akisleri dağlardan geliyordu. Peygamberimiz Kusva adlı devesinin üzerinde Harem-i şerife girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defâ tavâf etti. Tavâf sırasında Kâbe’deki putlar, elindeki değnekle işâret ettikçe ve dokundukça, devriliyor ve; “De ki hak geldi bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” meâlindeki İsra sûresi 8. âyetini okuyordu. Yüksek yerlerde bulunan putların da devrilmesi için Hazret-i Ali; “Yâ Resûlallah! Omuzuma basarak deviriniz.” deyince, “Yâ Ali, sen nübüvvet sikletine tahammül edemezsin, sen benim omuzuma bas bu işi yerine getir.” buyurdu. Allah’ın Arslanı, emre uyarak mübârek omuzuna basıp yüksekte bulunan putları devirdi ve büyük nimetlere kavuştu.

Peygamberimiz daha sonra Kâbe’nin anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Hazret-i Ömer ile Osman bin Talha’ya Kâbe’nin içine girip oradaki putları devirmelerini ve putlardan temizlemelerini emretti. Onlar da girip buradaki putları kırıp parçaladılar. Böylece Kâbe’nin içi putlardan temizlendi. Sonra Peygamberimiz, Ömer, Bilal-i Habeşi, Üsâme-tübni Zeyd ve Osman bin Talha (radıyallahü anhüm) ile birlikte Kâbe’nin içine girdi. İki rekat namaz kıldı ve Beyt-i şerifin içini dolaşıp her tarafında tekbir getirdi ve bir müddet Kâbe’nin içinde kaldı. Bu sırada Mekkeli Kureyş müşrikleri de, Mescid-i Haram’a toplanıp, Kâbe’nin etrâfını sararak haklarında verilecek kararı heyecanla bekliyorlardı.

Peygamberimiz, Kâbe’nin kapısının eşiğine durup sabırsızlıkla bekleyenlere karşı şöyle buyurdu: “Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O vaadini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Bütün düşmanlarımızı dağıttı. İyi biliniz ki câhiliyye devrine âit olan eski görenekler, kan ve mal dâvâları artık şu iki ayağımın altındadır, ortadan kaldırılmıştır. Yalnız Kâbe hizmetiyle hacılara su dağıtma işi bırakıldı.

Ey Kureyş cemâati! Allah sizden eskiden kalma gururu, babalarla, soylarla övünmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.” Peygamberimiz devam ederek; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi milletlere, kabîlelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (öğünesiniz diye değil) Allah katında en iyiniz takvâsı en çok olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır. Meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu (Hucurât sûresi: 13).

Sonra da; “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muâmele edeceğimi sanıyorsunuz?” diye sordu. Kureyşliler: “Hayır umarız, sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız.” dediler. Peygamberimiz “Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size: Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, derim. Haydi gidiniz, serbestsiniz.” buyurdu. O gün öğle namazı vaktinde Bilâl-i Habeşî Sevgili Peygamberimizin emriyle ezan okudu.

Mekke’nin fethinin ikinci günü Peygamberimiz bir hutbe daha okudu. Bu Müslümanların kardeş olduğunu ve karşılıklı haklarını ve daha birçok hususu bildirdi. Peygamberimiz umumî af îlân ettikten sonra, Kureyşliler Müslüman oldular. Seneler önce kendilerini îmâna dâvet ettiğinde inanmayanlar, o gün Safâ Tepesinde Peygamberimize bîat ettiler. Erkekler, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihâd üzerine; Kadınlar, îmândan sonra Allahü teâlâya şirk koşmamak, hırsızlık ve zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek ve âsi olmamak üzere biat ettiler.

Mekkeli müşrikler içinden bâzı azılı kimseler umûmî aftan hâriç tutulmuştu. Bunlardan Mekke’nin fethi sırasında kaçanların bâzısı yakalandıkları yerde öldürüldü. Fakat pek çoğu yine affedildi. Bunlardan affa uğrayıp, Müslüman olanlardan Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Abdullah bin Sâd, Vahşi ve Ebû Süfyan’ın hanımı Hind, Safvan, Ka’b ibni Züheyr ve Habban (radıyallahü anhüm) gibi kimseler vardı.

Peygamberimiz fetihten sonra on beş gün Mekke’de kaldı. Bu sırada Mekke çevresindeki yerlerde bulunan putlar da kırıldı. Böylece Mekke ve çevresi putlardan temizlendi. Orada bulunanlar Müslüman olmakla şereflenerek dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.

Mekke’nin fethi İslâm târihinde değil, bütün cihân târihinde benzeri bulunmayan bir hâdisedir. İmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir. Bu fetihle Arabistan Yarımadasında şirkin (Allah’a ortak koşmak) cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Kâbe ve civârı putlardan temizlenmiş, tevhid inancı kesin hâkimiyetini îlân etmiştir. Mekke’nin fethi ile Arabistan Yarımadasında ilk İslâm Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır. Mekke’nin fethi, İslâmiyette öylesine derin mânâ ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış İslâm âlim, evliyâ ve kumandanları da çeşitli vesilelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hal ve işlerine de ölçü kabûl etmişlerdir.

Kaynak

Rehber Ansiklopedisi

Bu konuyu yazdır

RasitTunca-4 Başağaçlı Raşit Tunca Yeni Fotoğrafları V240320250601
Yazar: RasitTunca - 03-23-2025, 07:12 PM - Forum: Başağaçlı Raşit Tunca Foto Galeri - Yorum Yok

Başağaçlı Raşit Tunca Yeni Fotoğrafları V240320250601

   

   

   

   

   

   

   

   


Başağaçlı ;Raşit Tunca ; Karoglan Hoca; Kimdir?; Biyografisi;Karoglan;Kar©glan;Başağaçlı Raşit Tunca;Başağaçlı Raşit ;Tunca;hacelilerin Raşit ;hacialinin mustafanin oglu;karakuyu;Başağaç;sandikli;afyon;afyon karahisar;tükiye;türkei;turkey; Başağaçlı Raşit Tunca Fotoğrafları; Karoglan Hoca Fotoğrafları;Raşit Tunca Fotoğrafları;Raşit Tunca; Raşit; Tunca; Rasit;Rasit Tunca; Karoglan; Karoglan Hoca; Karoglan; Nurfelak; imageman; Başağaçlı Raşit Tunca;Raşit Tunca;Rasit;Rasit Tunca;Başağaçlı;Karoglan Hoca; Kimdir?;Raşit Tunca Biyografisi;Karoglan;Kar©glan;Başağaçlı Raşit Tunca;Başağaçlı Raşit;Tunca;Hacelilerin Raşit ;Hacı Ali'nin Mustafanın Oğlu;Karakuyu;Başağaç;Sandıklı;Afyon;Afyon Karahisar;Tükiye;Türkei;Turkey;Nostalji Fotoğraflar;Türkiyeli Raşit Tunca;Avusturyalı Raşit Tunca; Avrupalı Raşit Tunca;Gmünd'lü Raşit Tunca;Schrems'li Raşit Tunca;Sandıklılı Raşit Tunca;Afyonlu Raşit Tunca;Egeli Raşit Tunca;Afyonlu Raşit;Avusturyalı Raşit;Türkiyeli Raşit;Sandıklılı Raşit;Afyonlu Raşit;Raşit Tunca ve Eşi Sebahat Tunca Gençlik Fotoğrafları;Raşit Tunca'nın Gençlik Fotoğrafları;Raşidi Tarikatının Kurucusu;Raşidi Tarikatının Şeyhi;Raşidi Tarikatının imamı;Raşidi Tarikatı;Raşidi Yolu;Raşidi Yolunun Kurucusu;Raşidi Zikri;Raşidi Tarikatı Zikir Evradı;Raşidi Tarikatı Forumu;Raşidi Tarikatı Web Adresi;Raşidi Tarikatı internet Sayfası;Raşid;Raşit;imageman;Nurfelak;Efsane1 Türk;Raşit Tunca Fotoğrafları;Raşit Tunca Resimleri;Raşit Tunca Resimi;Raşit Tunca Fotoğrafı;Başağaçlı Raşit Tunca;Karoglan Başağaçlı Raşit Tunca;Karoglan Raşit;Raşit Tunca;Kar©glan;Karoglan;Nurfelak;imageman;Başağaçlı;Başağaçlı Raşit;Raşit;Tunca;

Bu konuyu yazdır