NAZAR
Göz, bakma, bakış, fikir, düşünme, mülahaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh. Arapça asıllı olan bu kelime, Türkçe`ye geçerken manâ değişikliğine uğramış ve "ayn göz" kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Araplar, göz değmesi için "isabetül-ayn" tabirini kullanırlar (İbn Manzûr, "Lisânül-Arab", Na.za.ra madd.).
Nazar kelimesi Türkçe`de kem göz manasına gelmekte ve daha ziyade "gelme", "uğrama", "değme" ve "etme" fiilleriyle birlikte; "nazara gelme", "nazara uğrama", "nazar değme" ve "nazar etme" şeklinde kullanılmaktadır.
"Nazarcılık" deyimi; nazarın zarar verebileceğini kabul eden düşüncenin adıdır.
Nazar, bugün için henüz pozitif ilimlerin ilgi alanına girmemiştir. Girip girmeyeceği ya da ne zaman gireceği belli değildir. Zira pozitif diye tanınan bilimlerin kendilerine mahsus bir takım metodları ve bazı kuralları vardır. Olayları bu metodlarla inceler ve bir sonuca varmaya çalışırlar. Nazar ise şu aşamada, fizik ya da kimya laboratuarında incelenip deneye tabi tutulacak durumda değildir. Aksine bugün, bu ilimlerle uğraşanların ekseriyeti -bilhassa doktorlar- nazarın fizik etkisini kabul etmemektedirler.
Buna rağmen, gerek folklor olarak gerekse dînî bir inanç olarak, dünyanın hemen her yerinde milyonlarca insan nazarı tanımakta ve ona inanmaktadır. Nazarla ilgili olayları anlatan haberler de tevâtür derecesine ulaşmaktadır. Nazarın mahiyetinin bilinmemesi, onu inkâr etmeyi gerektirmez. Nazar, mahiyeti henüz anlaşılmamış nice olaylar vardır. "Tabiî hayatta veya zihin hayatında bugünkü ilmî metodlarımızla açıklanması mümkün olmayan olaylara metapsişik veya parapsikoloji denir" (Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul 198, s. 202).
Her ne olursa olsun bilhassa halk arasında bazı kimselerin sebebi bilinmeyen olağanüstü nazar (göz değmesi) güçleri olduğuna inanılır. Bu güce sahip bir kimsenin, bir insana, bir hayvana ve özellikle bir çocuğa bakmakla durup dururken hastalık, sakatlık, ölüm gibi bir olayın meydana gelmesine yol açacağı sanılır. Her hangi bir olay böyle bir sebebe bağlandığı zaman "nazar değdi, nazara geldi, "nazara uğradı" denilir. "Kem göz" tâbiri de, nazarı değen kimseler için kullanılır.
Halk arasında açık, çiğ mâvi (gök) gözlerde nazar gücü olduğuna inanılır. Bu inanca dayanılarak mâvi gözlülerin kötü niyetli, kıskanç, başkalarına zarar vermekten hoşlanan kimseler olduğu söylenir. Ancak, bu anlayışın doğruluğunu kanıtlayıcı hiç bir kesin delil yoktur. Bazı yörelerde kıskançlık duygusunun nazara yol açtığı inancı da yaygındır. İşte isâbet-i ayn yani bu kötü bakışın, kötü gözün değmemesi için çocukların elbiselerine dikilen mâvi camdan küçücük tesbih tanesi şeklinde, bâzan göz şeklinde olan, ortaları delikli cam yuvarlarlara nazar boncuğu denilir. Bunların beş parmak şeklinde olanları da vardır. Bazı yörelerde -şimdi bile- çocuklara, atlara ve nazar korkulan diğer hayvan ve eşyaya da nazar boncuğu takanlara rastlanır. Nazar boncuğunun dâima mâvi olduğu söylenir. Buna göz boncuğu da denir. Böyle mâvi boncuk, muska, çörek otu, mâşallah gibi bir kaç nazarlığın bir arada olup bir takım teşkil edenlerine de "nazar takımı" denir. Şüphesiz nazar boncuğu, göz değmesine karşı bir tedbir olsun diye takılır. Bunun yanında çeşitli nazarlıkların kullanıldığı da bilinmektedir. Halk arasında nazara karşı başvurulan en yaygın tedbirler ise, kurşun dökmek, tuz çevirmek, üzerlik yakmak veya herhangi bir hocaya okutmak vs.`dir. Ancak, bunların tıp yönünden bir faydası olmadığı gibi, bâtıl inançlar devam ettirildiği için de bu tür davranışlar dinimizce haram kılınmıştır. Peygamberimiz (s.a.s) de nazarlık kullanmayı hoş karşılamamış, bu gibi şeyleri üzerlerine asan kimselerin bey`atlerini kabul etmemiştir (Nesâî, Zinet,17; İbn Mâce Tıb, 39). Diğer taraftan Resulullah (s.a.s); "Göz değmesi gerçektir" (Buhârî, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41) buyurmak suretiyle bir mânevî faktöre işaret etmişlerdir. Şu halde İslâmda göz değmesi (nazar) vardır. Ancak, nazar boncuğu takmak vs. bâtıl inançlardan sayılmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki göz değmeşinin temelinde yatan esas sebep kişinin kıskançlık duygusudur. Ve bu duygunun, baktığı kimseye yansıması ve onu te`sir altında bırakmasıdır. Nazar boncuğu takmakla bu kıskançlık dolu bakışların tesirinin azaltılması veya başka yönlere yansıtılması amaçlanmaktadır.
Müfessirlerin ekseriyeti; Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkâr edenler, zikri (Kur`an-ı) işittikleri vakit nerdeyse gözleri ile seni yıkıp devireceklerdi. Bir de durmuşlar, o herhalde bir delidir, diyorlardı" (el-Kalem, 68/50, 51) âyetinde geçen gözleriyle seni yıkıp devireceklerdi" sözünü "nazar" ile tefsir etmişlerdir (Elmalılı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, VIII, 5305; İbn Kesîr, "Tefsirul Kur`an`il-Azîm", VIII, 227).
Alûsî (1270/1854)`nin el-Kelbî`den yaptığı bir rivayete göre; Arap asıllı bir kişi, yemek yemeden iki veya üç gün çadırına çekilir, daha sonra oradan gelip geçen koyun ve deve sürüsüne bakar ve "gördüğüm bu koyun ve deve sütünden daha güzelini görmedim" derdi. Bunun üzerine o sürü hastalanır veya yere düşerek helâk olurdu. İşte nazar etmede maharetli olan bu kişiye, Peygamberimizi çekemeyen Mekkeli müşrikler, Hz. Peygâmbere nazar etmesini teklif etmişler, o da bu teklifi kabul etmişti. Allahu Teâlâ da bu ayetleri (el Kalem, 51, 52) ile Resulünü korumuştu (Alûsî, Rûhul-Meânî, 29/38).
Yusuf suresinin altmış yedinci ayetinde ise, Hz. Yakub (a.s)`m oğullarına şöyle dediği anlatılmaktadır:
Ey oğullarım! Bir kapıdan (Mısır`a) girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama ben Allahdan hiçbir şeyi sizin için savamam. Çünkü hüküm Allah`dan başkasının değildir. Onun için ben yalnız O`na tevekkül ettim. Tevekkül edenler yalnız O`na tevekkül etsinler" ( Yusuf 12/67).
Elmalılı Hamdi Yazır, âyetin yorumunda: "Bu tavsiyenin sebebi, toplu bir surette göze çarpmalarından ve bir hased ve gamze uğramalarından sakınmak idi" demektedir (Elmalılı, a.g.e., IV, 2890).
Nazar ile kıskançlık arasında yakın bir münasebet vardır. Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebeti şöyle ifade ediyor: "Kıskançlıklarından az daha Hz. Peygamber`i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse onu helâk edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder. Kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayze düşer, türlü türlü su-i kasde ve hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman, isabet-i ayn değmesi veya nazar tabir olunur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur. Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır" (Elmalılı, a.g.e., VIII, 5305).
Kur`an-ı Kerim nazardan söz ederken açık ve kesin bir hüküm bildirmemekte, buna karşı hadisler, kesin bir ifadeyle nazarın gerçek olduğunu bildirmekteler. Hz. Âişe (r.a)`den rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: "Nazardan Allah`a sığınınız. Çünkü göz (değmesi) gerçektir" (İbn Mace, Tıb, 32; Buhari, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41).
Esma bint Umeys (r.a)`den rivayet edildiğine göre kendisi: "Ya Resulullah! Cafer`in oğullarına cidden nazar değiyor, ben onlar için şifa dileğiyle okutturayım mı?" demiş. Resulu Ekrem (s.a.s) de: "Evet, lakin kader ile yarışan bir şey olsaydı nazar değme işi onu geçerdi" buyurmuştur (İbn Mace, Tıb, 33; Muvatta, Ayn, 3).
Nazarın gerçek olduğunu kabul edince, ondan korunma yollarını da öğrenmek gerekir. Bunun için de, dinimizin bize müsaade ettiği yollara baş vurmak, sakındırdığı yollardan da kaçınmak durumundayız. Bu konudaki rehberimiz yine Allah`ın Resulu`dür. Ebû Said el-Hudrî (r.a)`den rivayet olunduğuna göre: "Resulullah (s.a.s), "Cinlerin ve insanların nazarından Allah`a sığınırım"gibi dualarla cinlerin ve insanların nazarından Allah`a sığınırdı. Sonra Muavvezatân nazil olunca bu sureleri okumaya başladı diğer duaları terketti" (İbn Mace, Tıb, 34).
Hz. Peygamberin kötülüklerden ve kötü kimselerin şerrinden emin olabilmek için sık sık okumuş olduğu duâ ve surelerden bazıları şunlardır: Enes b. Mâlik`ten rivayete göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: Bismillâhi tevekkeltü alellâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh ". Manası: "Allah Teâlâ`nın ism-i şerifini zikrederek evimden çıkarım. Ben Allah`a tevekkül ettim, güç ve kuvvet sadece Allah`ın lütuf ve ihsânıyladır" (Tirmizî, Deavât, 34). Ümmü Seleme`nin rivayetine göre Resulullah (s.a.s) evinden çıkarken şöyle derdi: "Allah`ın ismini zikrederek çıkarım. Ben Allah`a tevekkül ettim. Allah`ım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan sana sığınırım (Tirmizî, Deavat, 35): Osman b. Affan`ın rivayetine göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiç bir şey zarar veremez. Bu: Bismillâhi lâ yedurru me`asmihi şey`in fıl`ardı vela fı`ssemâi ve huve`s-semiul-alîm"duâsıdır.
Anlamı: "İsmiyle beraber bulundukça yerde ve gökte hiç bir şeyin zarar veremeyeceği Allah`ın ismiyle (sabaha erdim, akşamladım). O her şeyi işiten ve bilendir" (İbni Mace, Duâ, 14).
Hz. Âişe (r.a) da Resulullah (s.a.s)`ın yatağına girdiğinde iki eline üfleyip muavvizât (İhlâs, Felâk ve Nâs) surelerini okuduğu ve vücuduna sürdüğünü rivayet etmiştir (Buhârî, Deavât, 12).
Bütün bu nasslara göre nazardan korunmak için, "nazarlık" denilen; mavi boncuk, sarımsak, at nalı, minyatür süpürge vb. nesnelerle, içinde ne yazılı olduğu bilinmeyen ya da acaip bir takım şifrelerle yazılmış bulunan muskaları, -nereye olursa olsun- takmak şirktir. Zira bu tür davrânışlarda, Allah`dan başka birinden veya bir nesneden, zararı defetmesini istemek vardır. Halbuki Allah (c.c.), şöyle buyurur; "Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa; hiç kimse onu gideremez ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O, herşeye Kadirdir" (el-En`am, 6/ 17).
İmam Ahmed, Ukbe b. Nâfi`den merfû` olarak şu hadisi nakleder: "Kim temîme (mavi boncuk) takarsa Allah onun işini tamamlamasın. Kim bir ved`a (katır boncuğu) takarsa Allah onu korumasın (Ahmed İbn Hanbel, IV, 154, 156).
Başka bir hadiste: "Kim bir muska, mavi boncuk ve benzerini kesip atarsa bir köle azat etmiş gibi olur" (Yusuf el-Kardavi, "Tevhidin Hakikati", Terc. Mehmet Alptekin, İstanbul 1986, s. 73).
Nazar kavramının batıdaki ifadesi, psikokinezidir. Nazar olayında iyi niyet ve yoğuşmaya göre alıcı ile verici uçlardan geçen bir "ark" oluşmaktadır. Gıbta, övünme, imrenme gibi dostça duygular, hatta ebeveynlerin; çocuklarına sevgisi, nazarın küçük dozda uğratma sebebidir. Nazara uğrayan kişi, çok sık esner ve sıkılır. Asıl uğursuz nazar, "haset" duygusundan gelişir. Bu duyguda, düşmanlık, kin ve intikam mevcuttur. Nazarın dozajında bu haset duygusunun şiddeti çok önemlidir. Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa, nazarın gücü de o kadar şiddetli olur (Nazarın Bilimsel Yönü, Yankı Dergisi, 5-30 Haziran 1983, sayı 635, s. 52).
Gözlerin elektromanyetik ışınlar yolladığı konusu, Sovyetler Birliğinde yoğun bir şekilde araştırılmaktaydı. Yayının dalga boyu yaklaşık yüzde sekiz mm.dir. Yani radyo dalgalarıyla enfraruj (kızılötesi) dalgalar arasındadır (H. Egemen Sarıkaya, S. Birgil, C. Cümbüşel, Telepati, İstanbul 1978 s.15. Nazann bilimsel açıklaması için bak. Din ve İlim Açısından Nazar, Yrd. Doç. Celal Kırca, Diyanet Dergisi, XXII. sayı: 1, 1986).
NAZARLIK VE MUSKA :
Peygamberimiz (s.a.s.): "Allah hiçbir dert göndermemiş ki, dermanını da göndermesin" (Müslim, selâm 69; Buhârî, tib 1; Ebû Dâvûd, tib 1,11; Ibn Mâce, tib 1, Tirmizî, tib 2; Müsned NI/156.)buyurmuş ve hastaların tedavi edilmesini istemiştir. Yani hastanın doktor ve ilâç aracılığıyla şifâ araması, ama doktoru ve ilâci, etkisinin kaynağı değil, sebebi olarak görmesi. esas şifânın Allah`tan olduğunu bilmesi, Peygamberimizin emridir. Yine Peygamberimiz ilâcın, neşterle ameliyatta, bal şerbetinde ve dağlamada bulunduğunu bildirmiş(Buhârî, tib 3, 4,15; Ibn Mâce tib 23; Müslim, selâm 71; Müsned I/245, NI/19, 343.), hiçbir hastaya nazarlık yada muska tavsiye etmemiştir. Çünkü bu tür işlerin özellikle cahiller tarafından yapılması, çoğu zaman Allah`a şirk, yani ortak koşma anlamı taşır: Nitekim Rasûlüllah Efendimiz: "Nazarlık(Temime) takan şirk koşmustur" buyurur. ("Allah kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz, bunun dışındakileri diledigi kimseler için bağışlar" Nisâ (4) 48.) Gerçi bu tesirin ondan görülmesi halindedir. Çünkü nazarlık, hamail, ya da muska takanlar, kötülüklere karşı onların etkili olabileceğini sanırlar,işte bu şirktir. Halbuki, Allah`ın hiç affetmeyeceği tek günah kendisine şirk koşulmasıdır. (Hakim IV/216. )Peygamberimiz bu tür bir korunmayı tavsiye etmediği gibi, yapanlara da şiddetle karşı çıkmıştır. Bunlar gibi, çeşitli tılsımlı sözlerle okuyup efsun yapmalar da batıldır ve şirktir. Peygamberimiz onları da yasaklamıştır. Kendisine bîat eden, yani her konuda önderliğini kabul eden on kişinin bîatını kabul etmiş, birininkini etmemiştir. Sebebi sorulduğunda: "Onun pazusunda muska var!" buyurmuş, bunun üzerine adam muskayı kesip atınca Efendimiz, onun bîatını da kabul etmiş ve: "Bunu takan şirk yapmıştır" demiştir. (Müsned IV/156. )Bir başka hadîslerinde "Kim birşey takarsa ona havale edilir" (Müsned IV/311.) buyurulmuştur. Ancak yazılıp üzerine asılan şey öyle tılsımlı ve şifreli şeyler olmayıp. Kur`ân`dan bazı âyetler, ya da meşrû bazı duâlar olursa bunun câiz olacağını söyleyenler vardır. (bk. Müslim, selâm 65; Ebû Dâvûd, tib 18; Davudoğlu IX/605 ) Bahçelere tarlalara ve binaların üzerine asılan kemik ve kafatasları da haramdır. Çünkü onların gözdeğmesine engel olacağına inanılır(Ibn Âbidin VI/363.). Allah`tan başkasına etki gücü veren bu tür bir inanış şirktir. Ancak onu görenin, gözdeğmesini hatırlayarak, "subhânallah", "mâşâallah, lâ havle.." demesi için asılmışsa, sakıncası yoktur, diyenler de vardır. Çünkü göz değmesi haktır. (agk. "Eğer kaderi bozabilecek bir şey olsaydı göz değmesi olurdu." Ahmed.) Gerçi gözdeğmesi ve sihirin tesiri gerçektir. Ancak bunlardan korunma çâreleri nazarlıklar ve muskalar değildir. Tıbbın ilâç bulamadığı konularda Efendimizin sünnetine uyarak, Kur`ân ayetleri okunur ve anlamını bildiği duâlarla Allah`tan şifâ istenir. Peygamberimiz (s.a.s.) gözdeğmesi için rukye (okuyarak tedavi) yapılabileceğini haber vermiştir. (Buhârî, tib 1 ; Müslim, iman 374; Ebû Dâvûd, tib 17-18; Tirmizî, tib 15.)Gözdeğmemesi için de, hoşa giden birşey görüldüğünde: "Mâşâallah, Lâ-havle velâ kuvvete illâ billâh" (her şey Allah`ın dilemesiyledir. Her türlü güç ve kuvvet Allah`tandır) denmesini emretmiştir. (el-Hindî, Kenz VI/746 (17670). Aynı yerde konuyla ilgili benzer hadisler de vardır; Ayrıca bk. Mûnavî, Feyz V/429; VI/130.)Çeşitli hastalıklar için Peygamberimiz`den nakledilen birçok duâ vardır. Kişi biliyorsa onlarla, bilmiyorsa kendi sözleriyle Allah`tan şifâ istemelidir.
"Rukye (ayet ve dua okuyarak tedavi); özellikle gözdeğmesi, zehirli hayvan sokması ve kandan ötürü yapılır. (Feyzu`l-Kadîr VI/426, Müslîm`den). "Gözdeğmesine rukye için Allah`ın kitabında sekizayet vardır: Fatiha (nın yedi ayefi) ve Ayetü`l-kürsî (feyzu`l-Kadîr IV/457. Hadis zayıttır). "Hazreti Peygamber gözdeğmesine rukye yapmamızı emrederdi." (Müslîm "Hz. Aişe: Rasûlullah bana rukye yapmamı emrederdi" (Feyzu`l-Kadîr. V/197). Rasûlüllah (s.a.), "Cin ve insan gözünden Allah`a sığınırım" diye dua ederdi. Muavizeteyn (Felak ve Nâs sûreleri) indirilince onlarla istiâze eder oldu, diğerlerini bıraktı. (Feyzu`l-Kadîr V/202, Tirmizî`den).
Sihirden korunmanın yolu ise güçlü bir imana sahip olmak ve Allah dilemedikçe hiçbir zararın gelmeyeceğine kesinkes inanmaktır. Buna rağmen gelirse, bunun için de yine Allah`a sarılmalıdır.
Bu konularda özellikle kadınlar çok duygusal ve çoğunluğu çok cahil oldukları için, her söylenene inanmakta, böylece hem paralarını düzenbazlara kaptırmakta. hem de imanlarından olmaktadırlar. Çeşitli mezarlara türbelere ve yatırlara adaklarda bulunmak, mum yakmak ve purçuk vs. asmak gibi şeyler ise, bu kötülüğün daha ileri derecesidir. Bu zavallı cahiller, böyle yapmakla dertlerine dert katmaktan başka birşey yapmış olmazlar. Işin daha ilginç yanı; bu tür batıl inançlara sahip olup, evine arabasına, saçının tokasına bebeğin omuzuna vs. nazarlık takan insanlar, inançları ve dinleri çok zayıf olan insanlar ve özellikle sosyete kesimidir. Bu da bize sağlam inançla ruhu beslememenin. insanı nasıl gülünçlüklere götüreceğini gösterir.
"Ibn Âbidin" diye bilinen kitapta: "Efsunlamak, nazarlıklar ve muska takmak şirktir" (Ebû Dâvûd, tib 29: Ibn Mâce, tib 39.) hadîs-i şerîfini verdikten sonra : Burada ki muska (tivele), karı koca arasında sevgi ve muhabbet olsun diye yapılan uygulamalardır, denilir. (Ibn Âbidîn VI/364.)
NEBİZ(ŞIRA`NIN HÜKMÜ)
Kuru üzüm, hurma, bal, arpa, buğday vb. şeylerin suda bekletilerek onu tadlandırması yolu ile elde edilen bir içki çeşidi. Sarhoş etsin veya etmesin aynı adla anılır. Nitekim, nebize şarap (hamr) dendiği gibi, üzüm suyundan elde edilen şaraba da nebiz denmektedir (İbnül-Esir, en-Nihâye fî Garîbil-Hadis, 5, 8).
Nebiz, helâl ve haram olmak üzere iki kısma ayrılır:
a) Haram olan: "Çoğu sarhoş eden herşeyin azı da haramdır" genel prensibi çerçevesinde değerlendirildiğinde hububat, meyva vb. şeylerden elde edilen sarhoş edici içkiler, ister pişirilerek, isterse pişirilmeden imal edilsin haramdır. Bu, üzüm, buğday, arpa, arı sütü, vb. şeylerden elde edilen bütün içkiler için aynıdır. Sahabi, Tabiîn ve sonraki âlimlerden oluşan cumhurun görüşü budur.
Âlimler bu konuda karar verirken, Resulullah (s.a.s)`in koymuş olduğu "sarhoş eden her içki haramdır" hükmünden hareket etmişlerdir. Hz. Âişe (r.anha)`dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.s)`in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.s)`den Yemenlilerin baldan elde ettikleri "bit`ı" adlı iş sorduklarında o; "sarhoş eden her içki haramdır" cevabım vermişti" (Buhârî, Eşribe, 4; Müslim, Eşribe, 68, 69).
Ve yine Ebû Mûsa el-Eş`arî (r.a)`dan nakledilen diğer bir hadiste de şöyle buyurulur: "Resulullah`a, ey Allah`ın Resulü, bize Yemen`de imal edip, içmekte olduğumuz iki çeşit şarap hakkında fetva ver! Bu içkilerin biri balın suda köpürene kadar bekletilmesiyle elde edilen bit`ı, diğeri de buğday ve arpa suyunun köpürtülmesiyle elde edilen "mizr" (bira) adındaki içkidir, dedim. Resulullah; Namazdan meneden her sarhoşluk veren içki haramdır" buyurdu (Buhârî, Meğâzî, 60; Edep, 80; Müslim, Eşribe, 70, 71). Ömer (r.a)`dan nakledilen diğer hadiste de; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her sarhoş edici şey de haramdır". Diğer bir rivayette; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her çeşit şarap da haramdır" şeklindedir (Müslim, Esribe, III; Nesâî, Eşribe, 25; İbn Mace, Eşribe, 10). Bir hadiste de; "Bir ferak miktarı içildiğinde sarhoş eden içkiden, bir avuç içmekte haramdır" denilmektedir (Ahmed b. Hanbel, VI, 71, 72,13,I) (bir Ferak yaklaşık olarak 7,5 gramdır).
Nehâî, Şa`bî, Ebû Hanife ve diğer birtakım Kûfe ulemâsı, üzüm ve hurmadan elde edilen sarhoş edici nebizin dışında; buğday, arpa, mısır ve bal gibi şeylerden elde edilen nebizin sarhoş edecek kadar içildiğinde haram olduğu, daha az içildiğinde ise haram olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Ancak, üzüm suyu, bekletildiği zaman kabarıp çoğalarak köpük atarsa, şarap haline gelmiş olur. Bunun çoğunun ve azının haramlığı hususunda ümmetin icma`ı hasıl olmuştur. Adları zikredilen âlimler üzümün dışında, diğer şeylerden elde edilen nebizi, hamr (şarap) adıyla isimlendirmemektedirler. Onlara göre, hurma ve kuru üzümden elde edilen zebib pişirilmemiş halde iken sarhoş edici özellikte ise, azı da çoğu da haramdır. Ancak şarap olarak isimlendirilmez ve az da olsa pişirildiğinde sarhoş etmeyecek kadar yenirse helaldır. Fakat, üzüm suyu sarhoş edici bir hal almışsa, üçte biri kalana kadar pişirilirse, yenebilir. Ancak, şaraplaşan üzüm suyunun pişirilse bile haramlığının kalkmayacağı tartışmasızdır.
Tercihe şayan olan görüş, cumhurun görüşüdür. Çünkü, Kur`an`da zikredilen "hamr" kelimesi Arap dilinde, üzümden elde edilen içkiye has bir terim olmayıp, hurma ve diğer şeylerden üretilen sarhoş edici içkilerin tamamı için kullanılmaktadır. Çünkü içkiyi (hamr) yasaklayan ayet indiği zaman Medine`de içkinin çoğu hurmadan elde edilmekte idi. İbn Ömer (r.a) şöyle rivayet etmektedir. Resulullah (s.a.s) hutbeye çıktı ve şöyle dedi: İçkiyi (hamr) yasaklayan ayet indi. O içki ki; üzüm, hurma, buğday, arpa ve bal olmak üzere beş şeyden imal edilmektedir. Hamr, aklı gideren şeydir" (Buhârî, Eşribe, 5). İbn Hacer el-Askalânî, müsned sahiblerinin bu hadisi merfu` Hadislerden kabul ettiklerini bildirmektedir. Bu hadis içkiyi yasaklayan âyetin nüzûl sebebine şahid olan sahabe sözü olduğundan ref`ine hükmedilmiştir. Ancak, Ömer (r.a) Ashab`ın ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate hitap ederken bu hadisi dile getirdiği zaman, hiç kimse bunu inkâr etmemişti (el-Askalâni, Fethûl-Bârî, X, 49). Resulullah (s.a.s)`in şu sözü bunu te`yid etmektedir: "Üzümden hamr ( arap) vardır, hurmadan hamr vardır, buğdaydan hamr vardır, arpadan hamr vardır" (Ebû Dâvud, Eşribe, 4). Bu anlamda diğer bir çok sahih hadis bulunmaktadır ve bunların hepsinin ifade ettiği manâ, hamrın sadece üzümden elde edilen içkiye has bir ad olmadığıdır. Ayrıca tahrim ayeti nâzil olduğu vakitte, üzümden imal edilen şarap diğerlerinin yanında gerçekten çok azdı. Sonra, içkinin haramiyetinin illeti, bütün diğer sarhoş edici içkilerde olduğu gibi tektir. Bu, afyon, haşhaş vb. katı uyuşturucularda da böyledir. Nitekim Hz. Aişe (r.anha)`nın şöyle söylediği nakledilmektedir: "Su ve ekmek olsa dahi sarhoş edici özelliği olan hiç bir şey helâl değildir" (en-Nesâî, Eşribe, 48). Ashab, nebizi sarhoş edici hal almadan önce içiyordu. Nitekim Resulullah (s.a.s) onu içmiş ve içilmesine izin vermişti. Onlar, hurma, kuru üzüm vb. şeyleri tatlanıncaya kadar suda bekletiyorlardı. Resulullah (s.a.s) köpürene kadar bunlardan içiyordu. Fakat nebiz üç gün bekledikten sonra ondan içmezdi. İbn Abbâs (r.a), şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) nebiz yapar ve bundan üçüncü günün akşamına kadar içerdi. Bu zamandan sonra kapta bir şey kaldığında onu içmez, dökerdi" (Müslim, Eşribe, 79-82; Nesâî, Eşribe, 56). Diğer bazı Hadislerde de bir günden sonra içilmesine izin vermediği rivâyet edilmektedir. Firûz (r.a)`dan şöyle nakledilmektedir: "Resulullah (s.a.s)`e gittim ve şöyle dedim: "Ya Resulullah, Allah Teâlâ, içkiyi haram kılan ayetini indirdi. Bizim bağlarımız var, üzümleri ne yapalım, dedim" Resulullah; "kurutursun"dedi. "Kurusunu ne yapacağım" deyince; "sabah ıslatır, akşam içersiniz akşam ıslatır, sabah içersiniz" dedi. "Köpürünceye kadar bekletebilir miyiz?" diye sorduğumda da o; "Testilere koymayın, tulumlara koyun, tulumlarda bekleyince sirke olur" cevabını verdi" (Nesâî, Eşribe, 56; Ebû Dâvud Eşribe, 10).
İbn Hazm şöyle demektedir: Bu iki haber de sahihdir. Haram oluş süresi için kesin bir sınır olmayıp bölgelere ve nebizin içinde bulunduğu kaba göre değişiklik arzetmektedir. Bazı bölgeler soğuktur ve üzüm suyu bir hafta özelliğini korur. Üzüm suyunun içinde bulunduğu kabın koruyucu özelliği varsa yine aynı şey sözkonusudur. Bunun gibi, bazı bölgeler sıcaktır. Veya kabın koruyucu özelliği yoktur. O zaman da bir gün sonra nebiz sarhoş edici hal alır. Bu konudaki hüküm Resulullah (s.a.s)`ın zikredilen sözüdür: Nebizi tatlılaştıktan sonra iç" ve "her sarhoş eden şey haramdır" (İbn Hazm, el-Muhella, VIII/284; Nesâî, Eşribe, 38).
Fakat bazı âlimler, İbn Abbas (r.a)`ın hadisini esas alarak, nebizin üç günden sonra içilmeşinin haram olduğuna karar verdiler. Üç gün dolmadan köpürdüğü takdirde de haram olacağını söylediler. Diğer bazıları da Firûz (r.a)`ın hadisini delil gösterdiler. Onlar da, bir gün dolmadan köpürmesi halinde haram olacağı görüşündedirler. Sa`id İbn Cubeyr; "taze hurma suda akşama kadar bekletildiğinde yarılırsa, ona yaklaşma; akşamdan yarıp suya koyulunca sabah ona yaklaşma demektedir" (el-Muhella, VIII, 283).
Tercihe şayan olan, İbn Hazm`ın görüşüdür. Zira bundan dolayıdır ki Resulullah (s.a.s), iki ayrı tür nebizin karıştırılarak içilmesini nehyetmiştir. Hurma ile üzüm veya olgun hurma ile renkli hurma vb. değişik türde nebizlerin karıştırılması gibi. Halbuki bunların herbiri, sarhoş edici bir hal almadıktan sonra helaldırler.
Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: Renkli hurma ile olgun taze hurmayı, kuru üzüm ile kuru hurmayı bir arada birbiriyle karıştırarak nebiz yapmayın. Her birinden ayrı ayrı nebiz yapmanızda bir mahzur yoktur" (Müslim, Eşribe, 22-24).
Buna göre içilmesi haram olarak zikredilen her şeyin alınıp, satılması, elde bekletilmesi ve ondan herhangi bir şekilde yararlanılması da helâl değildir. Her kim, bunlardan sirke yapar ve onu helâl kabul ederse Allah Teâlâ`ya isyan etmiş olur.
Çoğu sarhoş eden nebizden içen kimse, sarhoş olmayacak kadar içse bile, yine de had uygulanır. İmam Şafiî; "Bir içkinin sarhoş edici olduğu bir kimsenin ondan içtiğinde sarhoş olması ile anlaşılabilir. Bundan sonradır ki o içkiden içene had uygulanabilir" demektedir. İmam Şafiî, Ömer (r.a) zamanında şöyle bir olayın geçtiğini nakletmektedir: Ömer (r.a), cenaze namazı kılmak için çıktığında Saib`in sesini duydu. O şöyle diyordu: "Ben Ubeydullah ve arkadaşlarından şarab kokusu aldım. Hz. Ömer; "ne içtiklerini soruşturacağım. Eğer sarhoş edici ise onlara had uygularım" dedi. Süfyan, Saib b. Yezid`in onlara had uygulanırken hazır bulunduğunu söylediğini nakleder (İmam Şâfiî, el-Ümm, VI, 176-177).
NECÂSET(PİSLİK)
Pislik, kan, sidik ve dışkı gibi pis şey. Ruhsat olmaması halinde namazın sıhhatine engel olan pisliktir. Necâset, temizliğin; necis de temiz olanın zıddıdır. Necis, şer`an pis olan şeyi ifade eder. Hakikî veya hükmî necis için kullanılır. Hakikî necise "habeş", hükmî olanına ise "hades" denir. Necis sıfat, neces şekli ise isim olarak kullanılır.
Necâset, hakikî ve hükmî olmak üzere ikiye ayrılır. Hakikî necâset, sözlükte kan, sidik ve dışkı gibi gerçek pislik olarak var olan şeyleri; terim olarak ise, namazın sıhhatine engel olan pisliği ifade eder. Hükmî necâset ise, insan bedeninde manevî olarak bulunan abdestsizlik veya cünüplük hâli için kullanılır.
Hakikî necâset üçe ayrılır: Ağır ve hafif; katı ve sıvı; görülen ve görülmeyen pislik.
Ağır Pislik - Hafif Pislik
Buna galîza veya muğallaza pislik de denir. Giysilerde, bedende veya namaz kılınacak yerde bu pislikten, katı ise yaklaşık 3 gr. kadarı; sıvı ise avuç içinden fazla bir alanı kaplayacak miktarı namazın sıhhatine engel olur. Bunların necisliği kesin delille sabittir. Kan, sidik, dışkı gibi..."Elbiseni de temiz tut" (el-Müddessir, 74/4) ayeti uyarınca bunları temizlemek farzdır.
Hafif pislik ise kesin delille sabit olmayan pisliktir. Bunların bulaştığı elbise veya bedenin dörtte birinden az miktarı namaza engel olmaz. Eti yenenin sidiği ve yenmeyen kuşun pisliği gibi...
NEFS-İ EMMÂRE
Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur`an-ı Kerim`de Yusuf (a.s)`ın dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah`ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir: (Yusuf), nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." (Yusuf 12/53).
Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup ilâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır. Şehvete tabi olup üzerine gazap hakim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157).
Taberî; "kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir. Onun arzusunun Allah Teâlâ`nın rızası olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah`ın kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).
Râzî, ayetteki "...Rabbımın acıyıp koruduğu müstesna"ifadesine dayanarak, taat ve imanın Allah Teâlâ`dan geldiğini ve nefsin, O`nun rahmeti olmadan kötülüklerden vazgeçmeşinin sözkonusu olmadığını söylemektedir (Râzî, aynı yer).
Nefs-i emmârenin, Yusuf (a.s) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bûtûn insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a.s)
"...Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah`ın emirlerine yönelen ve böylece ilahi rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır. Zira Yusuf (a.s) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah`a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum" Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır.
Bazı müfessirlerin, "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez (bk. İbn Kesir, Tefsirul Kur`anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 320). Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz. Muhammed (s.a.s)`e ayet olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da bildirmiş olmaktadır.
NEFS-İ LEVVÂME
Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis.
Allah Teâlâ, Kur`an-ı Kerim`de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre (Yusuf,12/53), ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme (el-Kıyame, 75/2), üçüncüsü ise, Allah`ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainne (el-Fecr, 89/27) dir.
Allah Teâlâ, Kıyamet suresinde kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyamet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir.
"Kıyamet gününe yemin ederim. Pişmanlık duyan nefse (nefs-i Levvâmeye) yemin ederim ", (el-Kıyame, 75/ 1-2).
Nefs-i Levvâmeden neyin kastedildiği üzerinde müfessirler bir birinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aralarında Said ibn Cubeyr, İkrime ve Abdullah ibn Abbas`ın bulunduğu
bazı müfessirler, nefs-i levvâmenin kendisini iyilikte de kötülükte de kınayan nefis olduğunu kabul etmişlerdir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174). İbn Abbas kınamayı mutlak anlamda almış ve nefs-i levvâmeye, kınayıcı nefis demiştir (Taberî, aynı yer). Buna göre levvâme tabiri, nefsin bütün yönlerini kapsamaktadır. Yani o nefis, kıyamet günü her durumda kendisini kınayacaktır. Kötülük işlemişse, kendisine zarar verecek böyle bir şeyi neden yaptığı için kendisini kınar ve pişmanlık duyar; iyilik yapmışsa elinde imkan olduğu halde neden daha fazlasını yapmadığı için kendisini eleştirir ve pişmanlığını dile getirir (İbn Kayyım, el-Cevziyye, et-Tibyan fi Aksamil-Kur`an, Beyrut 1988, 35). Resulullah (s.a.s)`in şu hadisi buna işaret etmektedir: "İyi veya günahkâr hiçbir nefis yoktur ki kıyamet günü kendini kınamasın..." (Alûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136).
Mücahid`e göre ise nefs-i levvâme, muttakı insanların nefsidir. Bu kimseler yapma fırsatını kaybettikleri iyilikler için pişmanlık duyar ve kendilerini kınarlar.
Katade`nin de içinde bulunduğu diğer bir grup, levvâmeden fâcir kimselerin kastedildiği görüşündedir. Bunlar kıyamet gününde işlediklerinin pişmanlığını duyacak ve neden kötü ameller işledikleri için kendilerini kınayacaklardır.
Bundan, kendi nefsini Cennetten çıkarılmayı gerektiren bir amel işlediği için sürekli kınayan Hz. Adem (a.s)`ın kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur (Alûsî, aynı yer).
İbn Cerir et-Taberi, nefs-i levvâme hakkındaki farklı görüşlerin temelde birbirine çok yakın olduklarını, dolayısıyla nefs-i levvameden, iyilikte de kötülükte de kendini kınayan ve kaçırdıkları fırsatlar için pişmanlık duyan nefislerin kastedildiğini söylemektedir. Ayetin zahirine uygun olan anlamın da bu olduğunu belirtmiştir (Taberî, XXlX, 175).
Hasan el-Basrî de aynı görüşte olup şöyle demektedir: "Allah`a yemin ederim ki, gerçek mümin sürekli olarak kendi nefsini kınar. O, "Şu sözümle neyi kastetdim? Bu yemeği yememdeki gayem neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?" der. Fısk içinde bulunan kimse ise kendi nefsini asla kınamaz" (İbn Kesir, Tefsîrul-Kur`anil-Azîm İstanbul 1985, XIII, 300; İbn Kayyım, a.g.e., 35). İbn Kayyım, nefsin levvâme ile nitelenmeşinin sebebinin risalet ve Kur`an`ın tasdik edilmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymak için olduğunu, bu tasdik olmadan nefis için başka bir kurtuluşun asla var olmadığını söylemektedir (İbn Kayyım, a.g.e., 38).
Fî Zilâlil-Kur`anda, farklı görüşlerin tamamı zikredildikten sonra şöyle denilmektedir: "Biz, nefs-i levvâmenin anlamı hakkında Hasan el-Basrî`nin tefsirini tercih ediyoruz. Levvâme ile nitelendirilen uyanık, korkan ve işlediklerinden pişmanlık duyan bu nefis, kendini hesaba çeker, etrafını görüp gözetir, arzularının iç yüzünü bilir. Böylece kendisini aldanmaktan kurtarır. Böyle bir nefis Allah katında iyidir. İşte bu yüzden Allah Teâlâ onu, yemin ederken kıyametle birlikte zikretmiştir. Karşısında ise, günah işleyen nefis söz konusu edilir. İnsanın içinde günah işlemeyi arzulayan ve isyan yollarında yürümeye devam etmeyi isteyen nefistir. Gerçek dini yalanlar, ondan yüz çevirir, kendisiyle aynı durumda olanların yanına biraz daha yarar elde etme ümidiyle gider. Ne kendini hesaba çeker, ne yaptıklarından pişmanlık duyar, ne aldırış eder, ne de günah işlediğinin farkında olur (Seyyid Kutub, Fî Zilalil-Kur`an, Kıyamet suresi tefsiri).
Ayette Allah Teâlâ`nın kıyametle birlikte nefs-i levvâme üzerine yemin edip etmediği konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları nefs-i levvamenin başındaki "la"nın olumsuzluk bildirdiğini, diğer bazıları da kasem için kullanıldığını kabul etmişlerdir. Hasan el-Basrî; "Allah Teâlâ, kıyamet üzerine yemin etmiş ancak, nefs-i levvâme üzerine kasem etmemiştir" demektedir. Katade ise, her ikisine birlikte yemin edildiğini; İbn Kesîr de Katade`nin görüşünün doğru olduğunu bildirmektedirler (İbn Kesir, VIII, 301; Ayrıca bk, İbn Kayyım, a.g.e., 34-38, 188).
NEFS-İ MUTMAİNNE
Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi`nân-ı kalple Allah`ı Rab kabul edip, O`nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah`a teslim olan ve O`na ulaşan insanın nefsi (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta`rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulumiddin, Beyrut (t.y.) III, 4).
Sufiler, Kur`an-ı Kerimin çeşitli ayetlerine dayanarak, insan nefsinin altı mertebesinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilave ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.
1- Nefs-i Emmâre: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir.
2- Nefs-i Levvâme: Allah`ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.
3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah`ın emir ve yasaklarına uyan nefistir.
4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm`ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.
5- Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk`a yönelen, Allah`tan gâfil olmama şuuruna eren ve O`ndan razı olan nefistir.
6- Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk`a teslim olan ve böylece Allah`ın kendisinden razı olduğu nefistir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817).
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290).
Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zatı ve hakikatıdır. Ona göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir (Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814).
Nefs-i mutmainne, Kur`anda bir yerde geçmektedir:
Ey huzura eren nefis, sen Allah`tan ve O da senden razı olarak Rabb`ine dön!... (lyi) Kullarımın arasına gir!.. Cennetime gir!.. " (el-Fecr, 89/27, 28, 29, 30).
"Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir. Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Resulunün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah`ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedakârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takib edip çeşitli pisliklerden korunur. Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir (Muhammed b. Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te`vil`i Ayil-Kur`an, Mısır 1954, XXX,190 vd.; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur`an, Kahire 1967, XX, 57 vd.).
Bazı âlimlere göre bu ayet, Hz. Osman (r.a) hakkında nazil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b. Adiy hakkında nâzil olmuştur. Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine`ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Ka`be`ye doğru çevirmişti (el-Kurtubî, el-Cami`, XX, 58).
Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah`a tam manasıyle teslim olmuş bir halde yaşar. Gönül huzuruna, ruhî saâdet`e ulaşır. Gam ve kederden uzak olur. Ahirette de Allah`ın iltifâtına nail olur. Yüce Allahın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu
"Rabb`ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır. Alimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitâr ya ölüm anında veya kıyâmet gününde yahutta Cennet`e girişte yapılacaktır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233).
NEFS-İ RÂDİYE
Allah`tan razı ve hoşnud olan insan ruhu. Hayvani nefse (cana) ve insanı ruha (nefs-i natıka`ya) da "nefis" denilir. Hayvani nefis, hayvanlarla insanlar arasında müşterektir. Hayvanlar kendilerinde insanî ruh olmadığı için nefislerinin gereğini yerine getirmek için yaşarlar. Nefis (can), tabiatının gereği olarak kendisini korumak, neslini devam ettirmek ve hayvanî lezzetleri tatmak için çalışıp çabalar. Hayvanî nefsin mantıkı, canlılık faaliyetlerine ait isteklerdir. Hayvanî nefis, haz ve zevk alma prensipleriyle hareket eder.
Ruh`a (nefs-i natika`ya) gelince; aslında temiz ve Allah`ın emir aleminden olan bu cevher, Allah`a yaklaşmak ve O`na yükselmek ister. Ruh`a başlıca iki özellik verilmiştir: Akıl ve vicdan (basiret veya kalb gözü). Vicdan, ruhun temizlenerek iyiliğe yönelişi, bağlanışı ve Cenab-ı Hakk`ı izleyişi ve bir nev`i O`na bakış yeteneğidir. İman ve ilahi bilgilerde yükselmenin mahalli, ruhun bu yönüdür. İman, kişinin kendi ihtiyariyle akıl kapısından girer, kalbe (gönüle) yerleşir; nefsaniyet ve şeytaniyete açılan kapıdan çıkabılir. Ruh, şeytanın da tesiriyle hayvanî nefsin hükmü altına girer, aklını ve fikrini onun istekleri doğrultusunda kullanırsa; bu ruha "nefs-i emmâre" denilir. Bu durumunda devam ettiği müddetçe ruh günahlara dalarak tamamen paslanır, kirlenir ve neticede mühürlenir. O halde insanın ebedi saadeti için ruhunun nefsanî ve şeytanî kirlerden temizlenmesi gerekir: Muhakkak nefsini (ruhunu) kötülüklerden temizleyen kurtuluşa erdi. Onu kötülüklerle örtüp kirleten de zarar ve ziyana uğradı" (eş-Şems, 91/9-10).
İnsani ruh; iman ederek ibadet, zikr ve taat, günahlardan kaçınma, mücadelede ve riyazet ile temizlenmeye başlar. Temizlendiği vakit insan ruhunda, temizlik ve saflığına göre ahlaken yükselme, ilâhî marifetlerde ilerleme gibi bir takım iyi durumlar meydana gelir. Ruhun temizlenme mertebeşinin ilki; yaptığı günahların fenalığını anlayıp bunları işlediğine pişman olma ve kendini kınama mertebesi olan "nefs-i levvâme" derecesidir. Bundan sonra, ruh, temizlenme ve Allah`a yaklaşmaya doğru sırasıyla şu mertebelere ulaşabilir: Nefs-i mülheme (nefs-i mülhime de denilir), nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye (râziye), nefs-i marziyye nefs-i kamile (nefs-i zekiyye veya nefs-i safiyye). Bunlardan nefs-i râdiye, insan ruhunun temizlenmeye başladığı andan itibaren kazandığı sıfat ve durumların dördüncüsüdür. Bu mertebeye "rıza makamı" da denilir. Nefs-i râzıye; Allah için ibadet ve zikir ve taat ile meşgul olarak dünyaya hiç gönül vermeyen, nefs-i hayvani`nin arzu ve isteklerinden tamamen vazgeçen, Allah`ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini terkeden kâmil kimsenin ruhudur. Bu makama gelen ruhta kazaya rıza esastır. Böyle bir kimse Allah Teâlâ`nın iradesine kayıtsız ve şartsız teslim olur. Allah`tan gelen her musibet ve nimet karşısında aynı derecede memnun ve razı olur. Bu mertebede insan ruhuna, bütün hallerinde kemal-i rıza ile muttasıf olduğu için, nefs-i râdiye denilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu nefs-i natıkaya "Ey güvenceye kavuşmuş nefis! Razı olmuş ve (Allah tarafından) razı ve hoşnud olunmuş olarak Rabbi`ne dön" (el-Fecr, 89/27-28) sözüyle hitab etmiştir. Cenab-ı Hakk`ın nefs-i râdiye`ye bu hitabı ya bedeninden ayrıldığı (ölümü) zaman, ya ba`s zamanında veyahud da ahirette hesabının tamamlanmasından sonra olacaktır, denilmiştir. Kur`an`da bildirilen nefs-i râdiye için bu hitab, bu üç zamana da şamil olur. Bir kısım müfessirler; imanda kemale ermiş nefs-i mutmainne`ye dünyada Cenab-ı Hakk`ın bu hitabının doğrudan doğruya meydana geldiği kanaatine varmışlardır. Bu takdirde "dönmek" emri, ihtiyar ve istekle bütün işlerinde gönül verip razı olarak Allah Teâlâ`ya ve O`nun emir ve takdirine dönme emridir. Sıkıntı, musibet, genişlik ve sevinç hallerinde kaza ve kadere rıza ve bu suretle bu imtihan âleminde çeşitli zorluklara güzel ve büyük bir metanetle göğüs germek nefs-i mutmainne`nin kemal mertebesi olan nefs-i râziye`nin hasletidir. Ve marzıyye (Allah katında makbul ve O`nun hoşnutluğuna ermiş olmak) da bunun arkasından gelir.
Ruhun bu râdiye mertebesi ve makamı ancak zevk ile bilinir; tatmayan bilmez.
Râdiye makamına yükselmiş olan insanî nefse ikram edilen sıfatlar; vera` (şüpheli şeyleri terketmek), ihlâs, muhabbet, üns, huzur (muhadara), keşif ve keramettir. Nefs-i râdiye, Allah`tan ve O`nun rızasına erdirecek olanlardan başkasını terkettiği gibi, hatta masivayı (Allah`tan başkasını) dahi unutur. Radiye mertebesinde olan kâmil kişi Cemal-i Mutlak`ın şuhûdunda müstağrak olur. Âlemde başına her ne gelirse, onu gönül hoşluğuyla kabul edip zevkini alır. Bu durumlarında bile halka nasihatta, emr-i bil-ma`rûf ve nehy anil-münkerde bulunur. Böylece halkı irşad etmekten geri durmaz. Sohbetinde bulunan onun sözlerinden istifade eder. Bu makamın sehibi huzur-ı Hakk ile edeb deryasına dalar. Duası Allah katında reddolunmaz. Fakat edeb ve hayası galib geldiğinden, zorunlu kalmadıkça kendisi için bir şey taleb edemez.
Nefs-i râdiye mertebesine gelmiş kâmil kişi Allah katında aziz ve mükerremdir. İnsanlar ona saygı gösterirler. Halkın ona saygısı cebrî ve kahrîdir. Onu sayanların çoğu, ona niçin ve ne sebeble saygı gösterdiklerini bilmezler. Böyle bir zat, asla zalimlere boyun eğmez ve onları sevmez; zalimlerin zulümlerinden de selamet bulur. Eğer fakir olup da kendisine yardım ederlerse, yardım edenler bile onu Rabbiyle meşgul olmaktan alıkoyamazlar. Bu makamda bulunan kâmil, daha çok Allah`ın "Hayy" ism-i şerifini söylemekle meşgul olur, bu isimle fenası zail olur; "Hayy" ile beka bulur ve "mardiyye" makamına yükselir. Allah Teâlâ`nın esma ve sıfatlarının tecellisine mazhar olur. Böylece ilmel-yakinden aynel-yakin mertebesine ve mardiyye makamına gelir. Ve buradan nefs-i kâmile makamına yükselir ve kendisinde Hakkal-yakin hasıl olur. Hak yoluna giren bu kâmil, asla yanlış bir itikada sapmadığı gibi, bütün hallerinde ahkâm`ı şer`iyye`yi kendi nefsinde icra etmekten zerre kadar ayrılmaz.
(İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul 1310, s. 491-493; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhul-Beyan, ilgili ayetler. Şeyh Abdul-Hadi, Kitab-ü babil-Fütûh li-ma`rifet-i Ahvâli`r-Ruh. Mısır, Matbaatül-Hayriyye; Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, el-Hacc Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakışıbendi, Miftahul-Kulûb).
NIKÂH SÖZÜ (VÂ`Dİ)
Iki veli, kendi aralarında, çocuklarımıza evlendirelim, diye sözleştiklerinde bu söz geçerli midir?
Söz verme, vaadleşme (muvada`a) ayrı bir şey, evlendirme akdi ayrı bir şeydir. Velinin, küçük çocuğunu ona sormadan evlendirme yetkisi vardır. Böyle küçük bir çocuğu evlendiren veli, eğer çocuğun Babası, ya da dedesi ise, artık o çocuğun büyüyünce o nikâhı kabul etmemesi kısaca muhayyerliği de söz konusu değildir. Evlendirenler başkaları ise, çocuklar büyüyünce muhayyer olurlar, istemezlerse bu evliliği kabul etmezler. (Mavsilî NI/134)
Ama dediğimiz gibi, söz vermek, evlendirmek, demek değildir. Nikâhın kendisine has şartları ve söz kalıpları vardır. "Kızımı oğluna vereceğim... Tamam, ben de alacağım" demek nikâh değil, vaadleşmedir. Sözünden dönmek her ne kadar çirkin bir davranış ise de, hukuken bu bağlayıcı değildir. Yani o zaman öyle demiştim ama, şu anda o fikrimden caydım, derse, hiçbirşey gerekmez ve o ana kadar da çocuklar nikâhlı olmuş olmazlar. Ancak özellikle günümüz şartlarında bu kabil bir davranış, Islâmca övülecek ve hoş görülecek bir davranış olmaz. Evlenme yaşının beklenmesi ve tarafların rızalarının alınması tavsiye olunur. Aksi halde büyük mağduriyetler söz konusu olabilir.
NIKÂH TAZELEMEK
Bazı camilerde hocaefendiler nikâh tazeleme duası okuyorlar. Bunun bid`at olduğunu okumuştum. O zaman nikâh tazeleme işi nasıl yapılabilecektir? Ya da nikâh tazelemek gerekli midir?
Şer`î nikâh; şartları şeriat tarafından belirlenmiş, şekli çizilmiş ve karı ile kocayı birbirine bağlayan itibari bir bağdır. Pamuk ipliği gibi bir şey değildir. Üzerinden zaman geçmekle yıpranacak şekilde bir yerlere sürtünüyor da değildir. Bu yüzden "talâkı" yani boşanmayı ifade eden bir sözle, bir "irade beyanı" ile koparılmadıkça eskimez ve "yenilenme"sine gerek olmaz. Camilerdeki "nikâh tazeleme" ifadelerine bakılırsa zaten sakat ve yapmacık olduğu görülür. 1. Önce "yenileme=tecdîd" ifadesi kullanılıyor. Halbuki, nikâh eskiyen, tamir görebilen birşey değildir. Ya vardır veya yoktur. Varsa yenilenmez. Yoksa da şartları mevcutsa kıyılır, kesilir, kısaca nikah eskimez. Bu durumda da bir kadın bir erkeğe aralıksız en fazla üç defa nikâhlanabilir. Oysa sözünü ettiğiniz işlem, bazı camilerde her hafta tekrarlanır. 2. Nikâhın en önemli şartı, tarafların karşılıklı rızalarıdır. Halbuki, camilerdeki, nikâh yenileme işlemlerinde kadına hiçbir şey sorulmamaktadır. 3. Kalıp haline gelmiş o sözlerde "ürîdü" yani "istiyorum" ifadesi kullanılmaktadır. Bu ifade, kabul ettim,yaptım anlamına gelmez. Arzu ediyorum, demek olur. Bu da akid gerçekleştirmez. 4. "Ürîdü en üceddile`l, îmane ve nikâha bi-kavl`i lâilâhe illellah..." denmektedir. Yani nikâhımı "lâilahe illallah"sözü ile yenilemeyi arzu ediyorum, demektir. Oysa nikâh "lâilâhe illellah" sözü ile yenilenmez.
Sonuç olarak bu tür bir uygulamanın, Islâmî olmadığı ve bir "şer`î fiil"i (Nikâhın "şer`î bir fiil" olduğu konusunda bk. Şeyh Ahmed Molla Ciyûn, Nûru`I-envâr I/100) ilgilendirdiği için bid`at olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu meseleye başka açılardan da bakılabilir.
NİKÂH, SÜT, NAFAKA V.S. ILE ALÂKALI HÜKÜMLER
Başkası ile yaptığı zinadan hamile kalan kadını doğumdan önce, bir diğer kişinin nikâhlaması caizdir. Ancak doğumdan hemen sonra cinsel ilişki de bulunması caiz değildir.
Şahidler huzurunda mehir belirlemeksizin veya belirlenerek meselâ; Ahmet Efendi, Mehmet Efendiye, "Küçük kızım Zeyneb`i küçük oğlunuz Mustafa`ya verdim" dese oda "Aldım" dese nikâh gerçekleşmiş olur.
Zina ile kendinden hamile kalan kadını, doğum yapmadan önce nikâhlamak ve onunla cinsel ilişkide bulunmak caizdir.
Şer`an muteber olan ikrâh(baskı) ile nikah sahih olur. (Imam-ı Şafi`ye göre sahih değildir) Ancak karı ile koca olacak olanların denk olması gereklidır.
Evlendiği kadın evlendiği tarihten itibaren dört aydan -velev bir gün eksik dahi olsa- kısa bir müddet içerisinde uzuvları belli olmuş ölü bir çocuk dünyaya getirse nikâh fasid olur. Dört ay ve sonrasında dünyaya getirse nikah caiz, çocuğun nesebi de sabit olmuş olur.
Başkasına olan borcundan dolayı hapsedilen kadının hapis süresince nafakası kocası üzerine gerekli olmaz.
Kocası başka bir memlekette olan kadına, adil (sözüne özüne güvenilir) bir kişi gelip "Kocanız vefat etti" dese, kendisi de inanıp iddet, bekledikten sonra başkası ile evlenebilir.
Kocası diğer bir memlekette olan kadına güvenilir bir kişi "Kocan seni boşadı" dese, iddet bekleyip evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Kocası olduğunu bilmeyerek evlenen ve kendisiyle cinsel ilişkide bulunulan bir kadının gerçek kocasının daha sonra belli olmasıyla ilk kocası ile araları ayrılsa, iddet beklemesi gerekli olur.
Esir olan kişinin karısı başkası ile evlendikten sonra, esir olan koca gelse karısını geri alabilir.
"Kocam vefat etti" diye başkası ile evlenip çocuk sahibi olan kadının, ilk kocası daha sonra ortaya çıksa nikâh yenilemeksizin iddet bitiminde karısı ile izdivaç muamelesinde bulunabilir.
Kadın ölen yakınları veya kocasına matem tutmak için aylarca siyah elbise giyemez. Kocası için sadece üç gün siyah elbiseyle matem tutabilir.
Kadının kocası bir diğer memlekete gidip bir başka kişi "Falan kişi karısını boşamaya beni vekil etti" dese ve kadını boşasa, kadın da başka birisiyle evlendikten sonra kocası gelse vekâleti inkâr edip, gerçekte de vekâlet sabit olmassa koca karısını geri alabilir.
Koca karısını boşamak üzere, birini vekil tayin ettiğine dair vesika verip o da kabul edip kadını boşasa, iddet bekledikten sonra kadın başkası ile evlenebilir.
Babanın, cinsel ilişki ve halvetten (beraber yalnızca kalmadan) önce boşadığı kadın oğluna haramdır.
Kocasının evinden haksız ve izinsiz olarak çıkıp başka bir mahalde sakın olan kadının nafakası kocası üzerine gerekli değildir.
Cinsel ilişki ve halvetten önce boşanan kadının iddet beklemesi gerekli değildir.
Sahih nikâhla evlenip cinsel ilişkiden önce karı veya kocadan birisi ölecek olsa biri diğerine varis (mirasçı) olabilir.
Mehr-i Muacceli (Peşin mehir) ödenen kadın kendini kocasına teslim etmese naiize olur. Kocası zorla kendisiyle cinsel ilişkide bulunabilir. (Naşize: Kocasının evinden izinsiz çıkıp kendisini haksız yere kocasına yasaklayan kadındır.)
Bakire olmak üzere evlenilen kadın dul çıksa nikâh sahih olur.
Bâlig olan kıza nikâh haberi ulaşsa önce feshedip, (nikâhı geçersiz kalıp) sonra kabul etse yeni bir akde ihtiyaç vardır.
Müslüman kadının, müslüman olmayan erkekle evlenmesi caiz değildir.(Komuniste kız verilmez)
Mût`a nikahı bâtıldır. (Mût`a Nikahı: Belli bir para karşılığında, kadını geçici süre için nikahlamaktır. Bu çeşit evlenme tamamen hükümsüz olduğu için karı kocalık sabit olmayacağından sair hükümler de konu olmaz. Miras, boşama v.s... gibi.)
Kadının yaş, soy, mal, şeref, makam yönünden kocasından aşağı seviyede bulunması, edep, iffet, güzellik açısından ise daha yüksek olması adab-ı muaseret ve terbiye bakımından daha güzeldir.
Bakire veya dul kadını nikahlamak isteyen erkeğin bu kadınların yüz ve ellerine bakması caizdir.
Hünsa-i müşkile kadın hükmündedir. (Hünsa-i Müşkile: Kendisinde hem kadın hem de erkeklik uzvu bulunup birinin işi diğerine galip gelemediğinden durumu müşkil olan kişidir.)
Dokuz yaş ve yukarısında bulunan kız da şehvet olduğu konusunda alimlerin ittifakı vardır.
Erkek, camdan veya kadın su içinde iken veya gayet ince tülbentli iken, erkeklik uzvu hareket edecek şekilde şehvetle bu kadına bakarsa hürmet-i musahere gerekir. (Aynadan tesadüfen görürse gerekmez.)
Müslüman erkeğin dinsiz kadınla evlenmesi haramdır.
Şeriatın cevaz (izin) verdiği işlerde, kadın kocasına itaat edecektir.(Kocanın"Bugün dışarıya çıkma!` demesi gibi) Cevaz vermediği konularda ise itaata mecbur değildir, muhalefetten mesul olmaz.
Kadınların evlerinde oturup ev işleriyle uğraşmaları ibadettir. Bundan dolayı salih(iyi) kocanın, karısına farzların üzerinde ibadet emretmeye hakkıyoktur.
Koca cinsel ilişkide bulunmak istediği zaman kadın kocasının bu isteğine karşı çıkamaz. Eğer bir mazereti varsa kocasına söylemeye mecburdur.
Koca, karısının yakınlarıyla görüşmesine izin verebilir. Fakat kendi evinde gecelemelerine izin vermez ise zorlanılamaz.
Kadının yakınları uzak memlekette olup gidip gelmek zor olursa, koca karısını yılda bir kere onlarla görüştürmeye mecburdur.
Kadının diğer bir kadının karnına şehvetle bakması caiz değildir.
Saliha olan kadınların çarsaflarını çıkararak veya başlarını açarak kötü kadınlara görülmeleri caiz değildir. (Çünkü yabancı erkeklere onlardan bahsedebilirler)
Erkeğin. yabancı kadının yüzüne şehvetsiz bakması haram değildir. Fakat mekruhtur. (Fetevay-i Hindiyye)
Kadının tenasül uzvunun içindeki bir yaradan veya tahammülü mümkün olmayan bir ağrıdan dolayı ölümünden korkulur, tedavi edecek bir kadın da bulunmazsa, erkek doktor yarayı veya ağrının olduğu yeri görebilecek kadar gözünü açması caizdir. (Gözünü kapayabildiği kadar kapamaya çalışacaktır)
Fitne ortamında genç kızın yüzünü açmasına engel olunur. (Mahkeme v.s. yûzün açılmasının mecbûrî olduğu yerler müstesna).
Kadının vücudunda iken bakılması caiz olmayan şeylerin vücuddan ayrıldıktan sonra da onlara bakılması caiz değildir. (Kesip attığı ayak tırnaklarına, başının saçlarına ve pis kıllarına bakmak gibi) (El-Hediyyetü`1-Abiyye)
Şehvetle, kadının giydiği çarşafa bakmak haramdır. Şehvetsiz olursa bir sakınca yoktur. Hatta, vücudunu belli etmeyecek şekilde, üzerini örten elbisesine bakmanın hükmü de aynıdır. (El-Hediyyetü`l Abiyye)
Zaaf derecesinde de deli olan kişiye velisi bir kadını nikahlasa nikah gerçekleşmiş olur.
Şehvet ile dokunulan ve öpülen kadının usulü (kendi üstündeki yakını olan kadınlar) ve furûrü (kendi aşağısindaki yakını olan kadınlar) öpen kimseye haram olur.
Bâlig olan kız nikâh akdine vakıf olup kabul etse, bilâhere kabul ettiğine pişman olsa akdi feshedemez.
Koca, karısının kız kardeşine (baldızına) şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olmaz.
Karısının annesine (kaynanasına) kasden olmayıp, şehvetsiz olarak erkeklik aletini gösteren kocaya karısı haram olmaz.
Kişi yabancı bir kadının herhangi bir uzvuna elbisesi üzerinden dokunacak olursa; Eğer elbise kalın olup uzvun sıcaklığını hissetmese hürmet-i musahere gerçekleşmiş olmaz.( Hürmet-i Musahere: Akrabalık sebebiyle meydana gelen haramlıkdır ki nikâhın sahih olmasına engeldir.)
Koca, karısının kızının, şehvet çağındaki kızına şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olur.
Kadın, damadına şehvetle dokunsa veya onu öpse ancak boşalmasa (yani menisi gelmese) kızı damadına haram olur.
Kadın, "Kocamın Babası (kaynata) bana şehvetle dokundu" derse, kocası tasdik etmediği sürece kocasıyla nikahı devam eder.
Koca, karısından olan oğlunun şehvetli kızına şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olur.
Koca kayın validesinin tenasül uzvunun içine şehvetle bakıp kendinden meni gelmese karısı kendisine haram olur.
Baliğ olan kız şahidler huzurunda birisiyle evlendikten sonra akdi feshedemez (geçersiz kılamaz.)
"Şehvetle dokundu" davasına bir adam iki kadın şahidlik etseler hürmet-i müsahere gerçekleşir.
Kadın, tayın ettiği kimseden başkasına vekilinin kendisini nikâhladığını duyup red etse, bu nikâh bâtıl (hükümsüz) olur.
Kadın kendisine namzet olan erkekten başkası ile evlenebilir.
Kadın dengi olmayan bir erkekle evlense, akraba tarafından velisi olan kişinin bu konuya dair itiraz hakkıyoktur.
Baliğ olan kız birisiyle evlendikten sonra bir diğer kişiyle de evlense ikinci akid sahih değildir.
Sekizyaşında olan bir kızın "Baliğ oldum" şeklindeki ikrarı muteber değildir.
Büyüklük çağında bulunan bir kadın vekili, velisi olmayan bir sahis tarafından evlendirilip mehr-i muaccel (peşin mehir) olarak gönderilen eşyayı kabul etse nikâhı kabul etmiş olur.
Fasid olan şartla kıyılmış olan nikâh bâtıl (hükümsüz) olmaz.
Kâfir olan karı ve koca Islam`la şereflenseler (müslüman olsalar) nikâhın yenilenmesi gerekli değildir.
Şafii mezhebinde olan bir babanın küçük kızını velisi dengi olan Hanefi mezhebinden bir kişiyle evlendirse bu akit sahih olur.
Hanımı müslüman olan kâfir kocaya Islâm teklif olundukda kabul etmese aralarındaki nikâh kaldırılır.
Cinsel ilişki ve halvette (beraber yalnız kalma) bulunmadan önce ölen kocanın hanımı tam mehir alır.
Evli ve hamile olan kadının birinci kocası bilahere ortaya çıkıp, karısını ikinci kocasından ayırsa, kadın doğum yapmadan önce onunla cinsel ilişkide bulunamaz..
Hiristiyan olan bir kadının müslüman olan kocası vefat ettikten sonra, iddet bekleyip başka bir zimmî (Islâm devletindeki yahudi veya hiristiyan) ile evlenmesi caizdir.
Kadın, küçük kızını dengi olmayan birisiyle evlendirse bu nikâh sahih değildir.
Bir kişi kızını evlenmeye namzed gösterip vasîsine (vasiyette bulunduğu kimseye) de kızını evlendirmeyi emretse kızın izni olmaksızın vasî kızı evlendiremez.
Fasid veya bâtıl bir nikâhla evlenen karı-kocadan birisi vefat etse biri diğerine varis olamaz.
Kız "Evliliğe namzettir" deyip, nikâha zorlanamaz.
Koca, karısının emzirdiği kızla cinsel ilişkide bulunsa karısı kendisine haram olur.
Karısının şehvet çağındaki kızı geceleyin korkup kocanındöşeğine girmekle kocanıntenasül uzvu hareketlenir, bazı uzuvları kızın bazı uzuvlarına arada bir engel olmaksızın şehvetle dokunursa, karı kocaya haram olur.
Koca, karısının döşeği zannederek kızının döşeğine girip bedeni bedenine dokunmadan dönüp gitse bu durumda hanımı kendisine haram olmaz.
Babası müslüman olmayan müslüman erkek, Babası müslüman olan kıza denk olmaz.
Koca Islâm`i kabul edip, kadın kabul etmese nikâh devam eder.
Kasden olmayıp, şehvetsiz olarak ayağı kayın validesinin ayağına dokunan kocanın hanımı kendisine haram olmaz.
Kocanın, hanımı ile kayınvalidesinin kız kardeşinin her ikisini nikâhı altına alması çaiz değildir.
Koca, sekizyaşında olan küçük kızını, hanımı zannederek geceleyin şehvetle öpse veya ona dokunsa hanımı kendisine haram olmaz.
Baba, saliha olan küçük kızını dengi olmadığını bilmeden evlendirip, bilâhere duruma vakıf olsa bu nikâhı feshettirebilir.
Bir erkek, kadının bir uzvuna, şehvetle dokunacak olsa, bu kadın, dokunanın oğluna haram olur. Fakat kadının kızı helâldir.
Bulûg çağındaki bakire bir kızı velisi nikâhda cebredemez(zorlayamaz). Nikâh kızın iznine dayalıdır.
Koca, nesebi belli olan karısı için "Kızımdır" dese, karı kocasına haram olmaz.
Bulûg çağındaki kızın huzurunda Babası onu başka birisine nikâhlayıp o da sussa nikâh gerçekleşmiş olur.
Karısının başka kocasının bir diğer karısından olan kızını nikâhlamak caizdir.
Küçük kızın evliliğine velilik konusunda büyükbaba ve anne -baba aynı öz kardeşleri bulunsa, büyükbaba kıza velilik yapar.
Süt kız kardeşinin neseben olan annesiyle evlenmek caizdir.
Annesinin süt kız kardeşiyle evlenmek caiz değildir.
Babasının zina etmiş olduğu kadının kocasından olan kızıyla evlenmek caizdir.
Karısını boşayıp iddeti bittikten sonra karısının kız kardeşini nikâhlamak caizdir.
Kocasının ağzından küfür kelimesi çıkıp bain olarak boşanan bir kadını koca imanını yeniledikten sonra evlenmeye zorlayamaz. (Bain gosama: Iki (Beynunet-i Sugra), veya üç boşama (Beynunet-i Kübra) ile meydana gelen boşama şeklidir.)
Yas bakımından küçük olan karısına "Anamdir" dese kadın kocasına haram olmaz.
Hanımı vefat edince, hanımının üvey annesi ile evlenmek caiz olur.
Karısının ağzından küfür kelimesi çıkıp bain olarak boşandığı zaman, kadına tecdid-i iman (iman yenilemesi) yaptırılır ve nikaha da zorlanılır.
Kadının nikâhında mehir hiç bahsedilmese veya mehre karşı çıkılsa nikâh sahih olur.
Hanımı vefat eden koca bir kaç gün geçtikten sonra, vefat eden kadının kız kardeşini nikâhlasa caiz olur.
Hür dört hanımı olan kişinin birini boşayıp iddeti içinde beşinciyi nikâhlaması caiz değildir.
Yanlış ve kötü tercihi ile meşhur olan kişinin küçük kızını dengi olmayana nikâhlaması caiz değildir.
Bir kaç kadın ile bir odada bulunan kıza erkek "benimle evlenmeyi kabul ettin mi ?" deyip birisi "Ettim" dese, ancak şahidler söyleyenin kim olduğunu bilmeseler, nikah gerçekleşmiş olmaz.
Cinsel ilişkide bulunduğu kadının diğer kocadan olan oğlunun kızıyla evlenmek caiz değildir.
Zina ettiği kadının emzirdiği süt kızıyla evlenmek caiz değildir.
Uzun fasıla ile değişik zamanlarda kadının emzirdiği kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmesi helâl değildir.
Livata (Allah`a sığınırız) (yani erkeği iğfal edenin) edenin, livata ettiği kişinin kızıyla evlenmesi caizdir.
Küçük kızı, velisi olan amcasının, kendi oğluna nikâhlaması sahihdir.
Koca, kayınvalidesinin annesine şehvetle, dokunsa veya onu öpse karısı kendisine haram olur.
Kocanın karısından olan oğlunun, diğer karısının diğer kocadan olan kızıyla evlenmesi caizdir.
Süt kardeşinin kızıyla evlenmek caiz değildir.
Babanın, vefat eden oğlunun karısı ile evlenmesi caiz değildir.
Babanın, vefat eden üvey oğlunun karısı ile evlenmesi caizdir.
Kadının son kocasından olan kızı, daha önceki diğer kocasının diğer karısından olan oğluna haram olmaz.
Küçük kızın annesinden izinsiz olarak, babaannesi küçük kızı evlendirecek olsa nikâh, annesinin iznine bağlıdır.
Boşamış olduğu kadının babaannesi ile evlenmek caiz değildir.
Babaları aynı olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak caiz değildir.
Baba, evlilik çağındaki oğlunun izni olmaksızın herhangi bir kızı ona nikahlasa, ogul duruma vakıf olup red etse, nikâh akdi bâtıl olur.
Boşamış olduğu kadının annesi ile evlenmek caiz değildir.
Anne ve Babası aynı olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak haramdır.
Bulûg çağındaki bakire kız kendini dengi olan erkeğe noksan mehr-i misil (akranlarının mehri) ile evlendirecek olsa, velileri kızın kocasına "Ya mehrini tamamla veya sizi ayırıriz" demeye selahiyetleri vardır.
Zina ettiği kadınla evlenmek caizdir.
Kafirin, kendi müslüman kızını evlendirme konusunda velilik hakkıyoktur.
Küçük kızın velisine "Bu kızı filân adama verelim ne dersin?" denildiğinde, "Siz bilirsiniz" dese bu söz rıza olmaz.
Zimmî olan kişi müslüman olup, hanımı Islâma girmese kocasından boş olmaz.
Zinadan çocuk doğurmus olan kadını, çocuk emzirmek için kiralamakta bir sakınca yoktur.
Ahiret annesi edindigi kadın ile evlenmek caizdir.
Müslüman olan baba bulûg çağındaki kafir kızını "Islam`a gel" diye zorlayamaz.
Alacağı kıza "Kız kardeşim ol" dedikten sonra onunla evlenecek olsa caizdir.
Baba küçük oğlunu evlendirecek olsa çocuk bulûg çağına geldiği zaman tercih hakkını kullanarak nikâhı feshettiremez.
Müslüman adamın, mecûsi kadınla evlenmesi caiz değildir.
Oğlunun süt annesi ile evlenmek caizdir.
Annesinin, anne-baba bir kız kardeşinin kızını nikâhlamak caizdir.
Küçük erkeğin anne annesi onu evlendirecek olsa, bulûg çağına geldiği zaman nikâhı feshettirebilir.
Koca hanımının büyümüş süt kızına şehvetle dokunsa hanımı kendisine haram olur.
Annesinin üvey annesi ile evlenmek caiz değildir.
Birisinin veliliği ile evlendirilen küçük kız baliğ oldukda nikâhı bilmeyip, bir zaman geçip nikâhı öğrenecek olsa tercih hakkını kullanarak kocasının huzurunda şer`i hâkime nikâhı feshettirebilir.
Süt Babasının boşamış olduğu kadını nikâhlamak caiz değildir.
Ölen abisinin hanımını nikâhlamak caizdir.
Kocanınkayın validesi "sen beni şehvetle öptün" diye damadı aleyhine iddiada bulunup damad inkar etse, kayın valide de davasını ispat edemezse kadın kocasına haram olmaz.
Mümeyyiz (doğruyu yanlıştan ayırabilen) olan küçük kız velisinin izni olmaksızın evlenecek olsa bu nikâh sahih değildîr.
Karısının süt annesini nikâhlamak caiz değildir.
Mümeyyiz olan küçük erkek velisinin izni olmaksızın kızı nikâhlasa, akit geçersizdir.
Aralarında nikah mevcut iken kadın "mehr-i müeccel (tehirli mehir)imi şimdi ver" diye kocasını zorlayamaz.
Oğlunun hanımının diğer kocadan olan kızını nikâhlamak caiz olur.
Kadın memesini küçük çocuğun ağzına koysa fakat emip emmediğini anlayamasa sütten dolayı haramlılık gerçekleşemez.
Boşama veya ölümle ödenmesi gerekli olan mehirin tecili sahih değildir.
Annesinin veliliğiyle evlendirilen küçük kız bulûg çağından önce vefat edecek olsa kocası varis (mirasçı) olur.
Annesinin anne-baba bir olan halası ile evlenmek caiz değildir.
Kadının diğer kocadan olan oğlunu, son kocasının diğer kadından olan kızıyla evlendirmek caizdir.
Süt kız kardeşleri nikâhı altına almak caiz değildir.
Kadının ağzından küfür kelimesi çıkıp, imanını yeniler, fakat nikahını yenilemeden kocası vefat edecek olsa kadın kocasına varis olamaz.
Mehr-i misli (akranlarının merhi)`yle dengi olanla evlenen bulûg çağındaki kızın nikâhını velisi feshettiremez.
Koca karısıyla, karısının anne-baba bir kardeşinin kızını nikahı altında bulunduramaz.
Dengi olmayanla evlenen büyük kızı çocuğu olmadan velisi ayırabilir.
Iki kadının karşılaştıkları veya ayrılacakları zaman birbirlerini şehvetle öpmeleri tahrimen mekruhtur.
Bakire olmak üzere alınmış fakat dul çıkmış kadın boşansa, nikah akdinde belirlenen mehir (mehr-i müsemma) gerekli olur.
Baba, bulûg çağında olan deli kızını evlendirecek olsa akit sahih olur.
Koca ric`î olarak boşadığı hanımını iddet süresi içinde mehir belirleyerek nikâhlasa bu mehir vacib olmaz. (Ric`î Boşama: Hanımla cinsel ilişkide bulunduktan sonra yapılan açıkça veya işaretle üç adedine veya bir karşılığa binaen olmayan, bain boşamaya benzer bir boşama özelliğiyle belirlenmiş veya ona benzetilmiş olmayan boşamadır.)
Karı-koca bir arada bulunup, cinsel ilişkide bulunmaya bir engel yok iken, ilişkide bulunulmadan boşanılan kadın için mehrin tamamı gerekli olur.
Nikâh akdinde belirlenen mehrin miktarında ihtilaf olunsa ancak kadın miktarı ispat etse mehrin tamamını alabilir.
Her iki tarafın delilleri mevcut olmakla beraber mehrin miktarında ihtilaf olunup, mehr-i misil kocasının dediğine müsait olsa, kadının delili daha geçerlidir.
Nikâh aralarında mevcut iken, başka bir mehirle nikâh yenilenecek olsa ikinci mehir gerekli olmaz.
Küçük kız, bir başka küçük kızın tenasül uzvuna değnek sokup bekâretini izale etse (bozsa) mehr-i misil (akranlarının mehri) gerekli olur.
Koca, karısı üzerine nikâhla bir arada bulundurulması haram olan bir kadını alıp cinsel ilişkiden önce ayrılacak olsalar mehir gerekli olmaz.
Koca, cinsel ilişkide bulunduğu kadını baskı yaparak boşayacak olsa nikâh akdinde belirlenen mehri kadına vermesi gerekli olur.
Sekizsaatlik mesafede yakın velisi bulunan küçük kızı, uzak velisi izinsiz evlendirecek olsa nikâh akdi geçerli olmaz.
Koca vefat edip hanımı ile varislerin mehir miktarında ihtilaf (münakaşa) edecek olsa, hanım iddiasini ispatlayamaz, ancak vârisler delil getirseler kabul edilir.
Zengin adam, rızasıyla evlendiği dul kadının nafaka ve giyimini temin ettiği halde kadın; "Devamlı içiyorsun, ben sana denk olamam" diyemez.
Erkek, kendine haram olduğunu bildiği halde kadını (veya kızı) mehir belirleyerek nikâhlayıp cinsel ilişkide bulunsa erkeğe ta`zir cezası verilmekle birlikte akitle belirlenen mehir ile akranlara verilen mehirin en azı gerekli olur. (Ta`zîr: Hakkında muayyen bir ceza bir şer`i had mevcud olmayan suçlardan dolayı tertip ve tatbik edilen terbiye ve cezadan ibarettir.)
Vefat eden kadının kocasının zimmetinde bulunan mehri terekesine (miras bıraktığı mallara) katılarak varislerine taksim olunur.
Bain olarak boşadığı kadını iddet süresi içinde mehir belirleyerek nikahlayan ve cinsel ilişkiden önce boşayan kocanın belirlenen mehri vermesi gereklidır.
Koca, karısının çocukları ve anne-babalarından başka yakınlarını senede bir kereden fazla evine gelmelerini yasaklayabilir. (Yasaklıyamiyacağına dair fetva da vardır.)
Kadın, kocası vefat ettikten sonra dengiyle evlenecek olsa büyük oğlu zifaf gecesi annesinin evini taslasa oğluna ta`zir cezası verilir.
Vefat eden müslüman kocanınhiristiyan karısı, nikah akdinde belirlenen mehri kocasının miras bıraktığı maldan alabilir.
Erkek yabancı bir kadını uyutup bekâretini izale etse (bozsa) erkeğe ta`zir cezası ile, kadına mehr`i misil vermesi gerekir.
Kocâ kadını nikâhladığı yerde "Evim yandı, kiralar yüksek" deyip kadını yolculuk mesafesinden uzak (90 km.den fazla) bir yere götüremez.
Koca, küçük kızı nikâhlar bilâhere, velisi duruma vakıf olur, kabul etmeyip red etse, daha sonra koca küçük kızın annesiyle evlense, caizdir.
Cinsel ilişkide bulunmadan boşamış olduğu kadının annesiyle evlenmek caiz değildir.
Küçük kızın yakın velisi mevcut iken, uzak velisinin akdettiği nikâh geçerli değildir.
Kocanın ihtiyaçlarını görmeye elverişli olmayan küçük kızın Babası, kızını kocasına teslim etmeden peşin mehri isteyebilir, alabilir.
Baba küçük kızını, başka bir adamın küçük oğlu ile evlendirdikten sonra koca vefat edecek olsa kadın,` mehir ve miras hakkını alabilir`.
Kadını, evinden dışarı çıkarmamak şartıyla mehr-i mislinden daha az bir bab ile nikâhladıktan sonra, koca karısını o beldede bulunan evine götürmek istese kadın belirlenen şarta binaen itiraz edemez.
Cinsel ilişki ve halvette (beraberce yalnız kalma) buluninadan önce vefat eden karısının diğer kocadan olan kızını nikâhlamak caizdir.
"Alıp alacağım boş olsun" diyen kişi bilâhere evlenip, kadınla cinsi münasebette bulunsa, karısı, boş olup mehr-i misil ile nikah akdinde belirlenen mehrin yarısını almaya hakkı vardır.
Küçük kızı nikâhlayan, kızın peşin mehrini Babasına vermeden kızı alamaz.
Cinsel ilişki ve şehvetle dokunma bulunmayan fasit nikah da, hürmet-i müsahere (akrabalıktan kaynaklanan haramlık) gerçekleşmiş olmaz. (Sahih nikahda gerçekleşir). (Fasid Nikâh: Sihhat şartlarını bulundurmayan nikâhdir. Sahidsiz kiyılan nikâh gibi.)
Nikâhlamış olduğu kadını, kocanınyakınlarından birisinin kocadan izinsiz olarak onu başka bir beldeye götürmesi caiz değildir.
Fasid nikâhda cinsel ilişkide bulunmadan önce ayrılan kadın mehir alamaz. Cinsel ilişkiden sonra ayrılacak olsa akitte belirlenen mehir ile akranlarının aldığımehir değerinden daha az bir miktar alabilir.
Iki hanımı olan kocanın, hanımları arasında adalet ve eşitliği sağlaması vacibtir.
Kocanın, ortalıkdan kaybolup uzun süre başkası ile zina etmiş olan karısının geri gelip onunla izdivaçta bulunması caizdir. (Fetevây-i Abdürrahim)
Erkek nikâhlayacağı kadına nişan olmak üzere bir takım eşya verip, eşya kadının elinde mevcut iken erkek evlenmekten vazgeçecek olsa eşyayı geri alâbilir.
Kadının başka bir beldede bulunan kocasının mürted olduğunu (Dinden çıktığını) adaletli bir kişi haber verip kadın da inanacak olsa, iddeti bittikten sonra başkasıyla evlenebilir.
Erkeğin nişanlısına verdiği nişan kaybolup nişanlısı da vefat edecek olsa kadının terekesinden masraflarını alamaz.
Koca "Kayınvalidemizle zina ettim" diye ikrarda bulunsa hanımı kendisine haram olur.
Koca "Zina ettim" diye ikrar ettiği kadının annebaba bir kardeşinin kızıyla evlenebilir.
Koca karısının sarmısak yemesini yasaklayabilir.
Koca "Ben karımın kız kardeşi ile zina ettim" diye ikrarda bulunsa karısı bain olarak boş olmaz.
Koca, karısını annesi yanında bırakıp bir beldeye gittikten sonra kadın kendi annesinin evine gitse kocanınannesi, kadını "Benim yanima gel" diye zorlayamaz.
Şehvetle dokunduğu kadının kızını nikâhlamak caiz değildir.
Cinsel münasebette bulunamayan hasta hanımını halvetten sonra boşayacak olsa kadın nikâh akdinde belirlenen mehrin yarısını alır.
Erkek; ince don üzerinden ayağını yabancı kadının ayağına sürüp harareti hissettikten sonra erkeklik uzvu harekete geçeçek olsa hürmet-i musahare gerçekleşmiş olur.
Hasta olan kadının doktor ücreti kendi üzerine gereklidır.
Alım olan zatın kızına, cahil kişi denk olmaz.
Kadın kocasının diğer karısından olan oğlu uyurken şehvetle erkeklik uzvuna dokunacak olsa kadın kocasına haram olur.
Karı koca oturdukları evi boşandıktan sonra herbiri "benimdir" diye dava etseler, kadının delil getirmesi gerekir, aksi halde söz erkeğindir.
Baba, oğlunun hanımını şehvetle öpse bu kadın kocasına haram olur. (Fetevay-i Abdürrahim)
Neseben kardeşinin süt kız kardeşini nikâhlamak caizdir.
Kadın "Kocamın diğer karısından olan oğlunu şehvetle öptüm" deyip koca inkâr etse sırf kadının bu iddiasina bakılarak kocasından ayrılamaz.
Koca, karısını iyi komşular arasında diledigi yerde iskân ettirebilir.
Kız annesinin kıydırdığı nikâhı, bulûg çağına geldiği zaman şer`i hakime feshettirebilir.
Süt oğlunun cinsel ilişkide bulunup boşamış olduğu kadını nikâhlamak caiz değildir.
Anne-baba bir olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak caiz değildir.
Kız, halasının kıydırdığı nikâhı bulûg çağına gelince feshettirip. başkasıyla evlenebilir.
Kız kardeşinin emzirdiği kız ile evlenmek caiz değildir.
Halasının veya teyzesinin kızıyla evlenmek caizdir.
Süt kızkardeşlerinin, birinin kızıyle diğerinin kız kardeşini nikâhı altına almak caizdir.
Annesinin üvey annesini nikâhlamak caizdir.
Nikâh, mehir belirlenmeksizin kıyıldıktan sonra rızalaşma olmaksızın karıkocadan biri vefat etse veya halvetten sonra boşanacak olsalar kadın mehr-i misil (emsallerinin mehri kadar) alabilir.
Annesinin emzirmiş olduğu erkek çocuğun neseben kız kardeşini nikâhlamak caizdir.
Kadının, kocasından olan kızını, diğer kocasının diğer karısından olan oğluna nikâhlaması caizdir.
Neseben kız kardeşini emziren halasının kızının kızını nikâhlamak caiz olur.
Hanımının kız kardeşinin kızını hanımı ile beraber nikah altına almak caiz değildir.
En az mehir on dirhemdir. (Bir dirhem yaklaşık üç gramdir)
Hanımının vefat eden Babasının diğer karısıyle hanımını nikâhı altına almak caizdir.
Hanımının Babasının kız kardeşinin kızını hanımı ile nikâhı altına almak caizdir.
Nikâh mevcut iken karı-koca rıza ile mehiri artırsalar ilâve ettikleri miktar gerekli olup kadın bunu da isteyebilir.
Karısı ile, kayınpederinin anne-baba bir kız kardeşini beraberce nikâhı altına almak caiz değildir.
Ev, bahçe, eşya mehr-i muaccel (peşin mehir) olarak nikâh kıyılsa bunları kadına vermek gerekli olur.
Hanımı ile onun erkek kardeşi veya kız kardeşinin kızını beraberce nikâhı altına almak caiz değildir.
Nikâhlamış olduğu kadın, daha önceki karısının süt annesi olsa derhal kadın kocasından ayrılır.
Cinsi münsebetten ve halvetten önce boşama olursa, kadın belirlenmiş olan peşin mehrin yarısını alabilir.
Cima organı kapalı olup cinsel ilişkide bulunmak mümkün olmayan kadınla evlenip, halvetten sonra boşayacak olsa mehrin yarısını kadına vermek gereklidır.
Cinsi münasebetten acız olan, karısını boşayacak olsa kadın mehrin tamamını alabilir.
Müslüman çocuğu süt emmek için hiristiyan kadına vermekte bir sakınca yoktur. (Behçet`ül-Fetâvâ)
Kadın kendine verilmesi gereken peşin mehri tastamam almadıkça kendini kocasına teslim etmeyebilir.
Kadın kocasıyla yolculuk mesafesinden uzak bir yere kendi rızasıyle gidecek olsa akrabası engel olamaz.
Koca karısını zorla, yolculuk mesafesinden uzak bir yere götürse, kadın durmayıp bir mahremi (kendine nikâhı düşmeyen) ile beldesine dönebilir.
Koca karısını, annesi ve Babası ile beraber bir evde iskân ettirse kadın "Beni kapısı başka olan bir evde iskân ettir" diyebilir.
Kadın ortağı (kumaşı) ile birlikte bir evde durmak istemiyebilir. Ancak evin kapısı ve istifade edilen bölümleri başka olursa böyle bir istekte bulunamaz.
Cinsi münasebetten aciz olan bir adamın boşadığı kadının iddet beklemesi gereklidır.
Koca. karısının her Cûma günü anne ve Babasıyla bir kere görüşmesine engel olamaz. Fakat her gün görüşmesini ve geceleri onların yanında kalmasını engelleyebilir.
Kabristanlığı ziyaret etmek isteyen kadına kocası engel olabilir.
Kadın kocasını "Çocuk doğumiadım, beni boşa" diye zorlayamaz.
Karı-koca sakın oldukları evin erkek ve kadınlar için elverişli olan eşyalarında münakaşa edip davalarını ispat için ellerinde delil bulunmasa kocanınsözü dinlenir.
Karı-kocanınsakın oldukları evin kadın ve erkek için elverişli olan eşyalarında koca vefat ettikten sonra kocanın varisleri, karısı ile münakaşa edip delilleri bulunmasa, kadının sözü dinlenir.
Koca vefat ettiği zaman. kadınlara mahsus eşyada ölen kocanın karısı yemini ile birlikte tasdîk olunur. Erkeklere mahsus eşyada ise kadının delille ispatta bulunması gereklidır.
Koca evine getirdiği yapagiyi karısına "Bundan bez ve kilim yap, beraber kullanırız" deyip kadın bez ve kilim yaptıktan sonra vefat edecek olsa, koca varislere malın piyasa değerini verip o bez ve kilimi kendi zimmetine geçirebilir.
Kadın nikahın fasit, koca sahih olduğunu iddia etse söz kocanındir.
Kadın, kızı ile başka bir erkek çocuğu emzirecek olsa, kadının diğer kızı emen erkek çocuğa haram olur.
Süt annenin oğlunun veya kızının kızını nikâhlamak caiz değildir.
Kadın, ortağının (kumaşının) kendi kocasından olan oğlunu emzirse, ortağın diğer kocadan olan oğlu emziren kadının kızını nikâhlayabilir.
Kadının emzirdiği kızının kızını kadının diğer kızının oğlu nikâhlayamaz.
Cinsel ilişkide bulunmayıp boşadığı karısının süt annesini nikâhlamak caiz değildir.
Anne-babaları bir olan kız kardeşinin kızını emziren kadının kızını nikâhlâmak caizdir.
Süt annesinin neseben kız kardeşini nikâhlamak caiz değildir. ·
Oğlunun süt annesinin kızını nikâhlamak caizdir.
Koca, karısı ile karısının süt kardeşinin kızını nikahı altında cemedemez.
Kadının peşin mehri olan eşya verildikten sonra cinsi münasebet ve halvetten önce koca vefat etse varisleri eşyayı mirasa iddia edemezler.
Neseben kız kardeşinin süt kızını nikâhlamak caiz değildir.
Nikâh akdinde peşin mehir konu edilip cins ve miktarı belirlenmese kadın mehr-i misil (akranlarının aldığımiktarı) alır.
Kadın oğlu ile diğer şahsın kızını emzirdığını haber verip adalet sahibi ise oğluna o kızı nikahlaması caiz değildir.
Erkek ve kız evlenmeyi kasdedip yabancı bir kadın "Bunlar birbirinin süt kardeşidir" diye ihbarda bulunsa bu kadın adıl olmayıp, erkek ve.kız bu kadını yalanlasalar erkek bu kızı nikâhlayabilir.
Süt konusunda iki kadın şahitlik yapsa süt gerçekleşmiş olmaz.
Koca karısının üzerine başka bir kadını nikâhlayıp karısı "Ben onu süt süresinde emzirmiştim" dese süt sabit olmaz.
Evlendikten sonra hanımlarının süt kardeş oldukları ortaya çıkacak olursa araları ayrılır.
Koca ve kadın halvette bulunup koca bağlı olmakla cinsel ilişki meydana gelmediğinden boşanacak olursalar kadın tam mehir alır.
Veliden başkasının gerçekleştirdigi nikahı cinsel ilişkiden sonra veli feshedecek olursa kadın akitte belirlenen mehrin tamamını alır.
Kadın "Beni boşarsan mehrimi sana hibe ettim" deyip koca da boşayacak olursa, kadın yine mehrini alabilir.
Üzerine akit yapılan para cinsi değer kaybetse, akit yapıldığı gündeki kıymetin verilmesi gereklidır.
Hangi tür para cinsi üzerine mehir konuşulursa o cinsten kadına ödeme yapılır.
Erkek nişanlısına gönderdiği eşyayı geri alacak olsa, kadın da gönderdiği eşyayı -mevcut ise- geri alabilir.
Vefat eden kadının varisleri kadının mehrinde ziyade olduğu davasını ispat etseler, iddia ettikleri mehri alabilirler.
Karı-koca, mehirin miktarında münakaşa edip ispatta bulunsalar mehr-i misil hangisinin davasına uygun ise onun delili daha kuvvetli görülür.
Kayınbaba "Gelinime gönderdiğim eşya peşin mehir ve ariyet geçici süre istifadelenmek için idi" diye davada bulunsa, peşin mehir olma delili kuvvetli görülür.
Koca peşin mehrini ödediği hanımını yolculuk mesafesinden (90 km`den) uzak bir yere götüremez. (Yani kadın istemese götüremez)
Karısının evinde evlenen cinsel ilişkide bulunan ve peşin mehrini veren koca karısını aynı beldedeki kendi evine nakledebilir.
Kocanınpeşin mehrini vermiş olduğu kadın yolculuk mesafesinden uzak bir beldeye kaçıp, başkasıyla evlenecek olsa, kocanıno beldeye gidip karısını ayırarak kendi beldesine getirmesi caizdir.
Koca, karısının anne ve Babası kendi evine geldikçe, karısını şeriat disi işleri isletmek veya bozguncu kişiler olduklarından bozgunculuk yapacak olursalar bunların ziyaretini yasaklayabilir.
Kocasından izinsiz sokaklarda gezen kadını kocası dövecek olsa kocaya bir şey gerekmeyip, kadına ta`zir cezası verilip ve yasak konulur. (Fetevây-i Âbdürrahim).
Koca karısını "Yemek pisireceksin" diye zorlayamaz. (Fetevây-i Abdürrahim)
NİŞAN, NİŞANLANMA
Evlenme isteği üzerine verilen söz ile yapılan akit ve merasimler.
Nişan merasimi nikah sayılmaz. Evlenecek kadınla erkeğin birbirini daha iyi tanımaları, eksiklerin tamamlanması, öğrenim ve askerlik gibi bir kısım engellerin aşılması, resmî bazı formalitelerin tamamlanması, belli bir zaman tahsisini gerekli kılar. Yani söz kesilir kesilmez, hemen nikâh akdi yapmak çoğu zaman mümkün olmaz. İşte, sözle nikâh arasında geçen bu döneme "sözlülük veya nişanlılık" denir. Arapçada "hutbe" kelimesiyle ifade edilen bu müessese, sözlükte; kız istemek, söz vermek, söz kesmek ve nişanlanmak anlamlarına gelir.
İslâm`da, ömür boyu beraber yaşayacak olan eşlerin, evliliğe karar vermeden önce gereken tedbirleri alması, iyi düşünmesi gerekmiş ve bunun için de evleneceklerin görüşmesi âdet hâline gelmiştir. Ancak nişanlıların nikâhtan önce birbirlerine haram olduklarından dolayı görüşüp konuşmaları, beraber gezmeleri veya sohbet etmeleri caiz değildir.
Evlenecek eşlerin daha önceden birbirlerini görmeleri mümkün ve caizdir. Bakılacak yerler ellerle, yüz ve ayaklardır. Muğîre (r.a) bir kadınla evlenmek istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine: "O kadına bak, çünkü bakmak yıldızınızın barışması için daha uygundur" buyurmuştur (Tirmizî, Nikâh, 5). Yine Allah`ın Elçisi, Ensar kadınlarından biriyle evlenmek isteyen bir sahâbiye; "Git ve ona bak, zira Ensar kadınlarının gözlerinde bazı göz kusurları bulunabilir" (Müslim, Mesâi)
İslâm dini dünürcülük safhası ile ilgili bazı düzenleyici hükümler getirmiştir. Bu yüzden, kadın, dünürcülere müsbet cevap vermiş, söz kesilmiş, nişan yapılmışsa, artık bu kadına bir başka erkek dünür gönderemez. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz din kardeşinin dünürlüğü üzerine dünürlük göndermesin. Ta dünür gönderen ondan önce vazgeçinceye yahut kendisine izin verinceye kadar" (Buhârî, Nikâh, 45). Teklif kadın tarafından reddedilmişse, bu takdirde ikinci bir isteme caizdir. İlk teklif sahibi, ikincisine izin vermişse, bu takdirde ikinci teklif serbesttir.
İslâm hukuku, nişanlıları evlenmeye mecbur etmemiştir. Ancak meşrû bir sebep olmaksızın nişanı bozmak mekruh veya haram sayılmıştır. Nişanın bozulması halinde, daha önce mehir verilmiş ise, bunun iâdesi gerekir. Nişanlıların birbirlerine verdikleri hediyelere gelince... Bu konuda hîbeden dönme hükümleri uygulanarak, bunlar mevcutsa aynen iade edilir. Kullanılmış ve artık mevcut değilse birşey gerekmez. Şâfiîlere göre, hediyeler duruyorsa aynen, kullanılmış ve yokolmuşsa bedeli bakımından iade edilirler. Mâlikîlere göre ise, nişanlanma ve evlenme örf ve âdetin çok rol oynadığı bir saha olduğu için, hediyeler konusunda o beldenin örfüne uyulur. Örf kaidesi yoksa ve nişanı erkek bozmuş olursa, kadın verilen hediyeleri iâde etmek zorunda değildir.
NİŞANDA NİKÂH
Nişanlandığımızda, bölgemizdeki âdet gereği dinî nikâhımızı da yaptırdık Düğünde tekrar dinî nikâh yaptırmamız gerekir mi?
Şer`î ölçüleriyle kıyılmış bir nikâhın, nişanda olması ile düğünde olması arasında bir fark yoktur. Nikâh nikâhtır. Artık nikâhlılar birbirleriyle istedikleri gibi görüşür ve ilişki kurabilirler. Ancak günümüzde böyle bir nikâhın mahzurlu yönleri de vardır. Bir önceki sorunun cevabında bu mahzurlara değinmiştik.
NİŞANLANDIĞI KIZLA OTURUP KALKABİLİR Mİ? NİŞAN NİKAH YERİNE GEÇER MI?
Nişan birbiriyle evlenmeye namzet olan kimseler için va`d bir sözden ibaretdir.Nikah değildir. Nikahlılar için mübah olan şey asla nişanlılar için mübah olamaz. Nişanlılar nikah olmayınca yabancıdırlar. Peygamber (sav) şöyle buyurur:``Bir erkekle bir kadın yalnız olarak bir araya gelirlerse mutlaka onların üçüncüsü şeytandır.`` Böylece yalnız olarak bir araya gelmeleri haram olmuş oluyor. Nice nişanlılar nişanları bozularak ayrı ayrı kimselere varmışlardır. Bunun için nişanlıların ciddi davranmaları ve İslam`ın yasakladığı hududu aşmamaları gerekir.
NİYYET YÖNÜNDEN KIRAAT
Imâm Birgivî öğretmede, imamette ve müezzinlikteki zarureti ve bu zaruretten dolayı bunlara ücret almanın câiz olabileceğini açıkladıktan sonra şöyle der :"Hiç bir kitapta, Kur`ân-ı Kerim okuma karşılığındaki ücretin ve bu yolla başkasına sevap göndermenin câiz olduğu zikredilmediğine göre bu, nehyedilenler cümlesinde kalmaktadır... Okuyan da bu okuyuşla bir sevabı hak edemez. Zira okuyuşunda bu niyyet yoktur. "Ameller niyyetlere göredir." hadîs-i serîfine binaen de, amellerin ancak niyyetle sevaba vesile olacaklarında icma vardır." (Imam Birgivî, Serh`u-hadîs-i erba`în, s. 74.)
Molla Hüsrev de, E1-Muhît`ül-Burhân` î adlı kitabının Kitabu`I-Istihsân`indan naklen :"Başlarken niyyet sadece Allah için olmak üzere, şartsız alınan mal mübah olmalıdır. Zira bu, verileni isteyerek ve bir akid olmaksızın vermektir." (Molla Hüsrev, N/233 Ibn Âbidîn, Şifâ`ul-alîl s. I79) diyorsa da, okunan hatimlere ücret verilmesi âdet halini alan bir memlekette, sonunda mutlaka bir ücretle karşılaşacağını bilmeden, bunu düşünmeden, ya da daha olumlu bir bakışla, okuyuş sebebleri arasında tâlî de olsa bu da bulunmadan okuyabilenlerin olması, cidden nâdir bir olaydır.Diğer yönden bir ibadete niyyet, muhtelit (katışık) bir halde de bulunabilir. Yani, herhangi bir amele götüren duygu ve dürtü, hem Allah rızası, hem de sair dünyevî menfaatler olabilir. Bu nokta, niyyetin belirlenmesine yarayan çok hassas bir noktadır. Öyle ki insan bazan kendisini bile kandırabilir. Onun için bu noktanın iyi tesbit edilmesinde fayda vardır. Niyyet, bir ise başlarken, sırf ben bunu şunun için yapıyorum, demek değildir. Hattâ sahîh bir niyyet olsun diye, Allah rızası için yapmış olayım şeklinde aklından geçirmek de değildir. Niyyet, işin aslında, başlanılan işe sebep, bâis, yani dürtü teşkil eden duygu ve maksattır.Işte böyle karışık niyyetle başlanılan amel makbûl mü, yoksa merdût mudur? Ibnü Abdis-Selâm, böyle karma bir niyyetle başlanılan amelin mutlak surette merdut olduğu kanaatindedir. Imâm Gazâlî ise, bunu bir ayırıma tâbî tutar :"Bir amele götüren niyyette ortaklık (yani birden çok maksat) varsa bakılır. Eğer dünyevî maksat niyyetin çoğunluğunu teskil ediyorsa, böyle bir amelde herhangi bir uhrevî ecir yoktur.Niyyetteki çoğunluğu dînî maksat teşkil ediyorsa, karşılığında nisbetine göre ecir vardır.Niyyetin her iki kanadı eşitse, birbirlerini sıfırlayacaklarından yine herhangi bir ecir söz konusu değildir." (Gazalî, Ihyâ IV/296; Ibn Âbidîn, Şifâ`ul-alîl, s. I71.)
Fakat Ibn Abidîn`in şu izahını da göz önünde bulundurmak gerekir :"Ahiretle ilgili ameller iki kısımdır : Birincisi bizzat kastedilmiş bir kurbet olan ibadetler: Namaz, oruç, Kur`ân okuma, tesbih, hac ve benzeri bir gruba girer. Bunlardan ücret almak câiz değildir. Çünkü bunlar ancak ve ancak ibadet vasfıyla Allahu Teâlâ`ya has olmak üzere teşri edilmişlerdir. Bunlarla dünyanın kastedilmesi, mevzuu alt üst çevirmek olur. Ikincisi, birincilere bir vesile ve âlet olan ibadetlerdir: Öğretme, imamlık ve benzerleri gibi... Bunlarda niyyet Allah için olduğu takdirde, bunlar kurbet olurlar ve sevaba vesile bulunurlar." (Ibn Âbidîn, age, s. l78.)Bu izah Imam Gazâlî`nin ifadesini tamamlar mahiyettedir.
NÜŞÛZ(KADININ KOCASINA İTAAT ETMEMESİ)
Geçimsizlik çıkarma; serkeşlik yapma; kocaya karşı itaatsizlik etme; Kadının kocasına karşı buğz edip asî olması anlamında bir İslam hukuk terimi. Arapça bir mastar olup, itaatsiz kadına "naşize" denir.
Evlilikte eşlerin karşılıklı uyum içinde olması gerekir. Ayet ve Hadislerde karşılıklı hak ve görevler belirlenmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Erkeklerin kadınlar üzerinde meşru hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler onlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler" (el-Bakara, 2/228). Şu ayette, eşler arasında iyi geçim istenir:
"Onlarla iyi geçinir, eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah Onda bir çok hayır takdir etmiş olur" (en-Nisâ, 4/19).
Kadın peşin konuşulan mehrini alıp, kocası onun nafakasını sağladığı sürece, kocasının meşru emirlerine uymak zorundadır. Ancak bu itaat kadının, kocasının her türlü emrine uyacağı anlamına gelmez. Kadına, ahlâk ve âdâba aykırı veya İslam`ın kendisine tanıdığı hakları ihlâl edici emirler verilirse, onun itaat borcu, ortadan kalkar. Hz. Peygamber (s.a.s);
"Allah`a isyan söz konusu olan yerde kula itaat yoktur" (Buharî, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39) buyurmuştur. Ay hâli olmadığı zaman, kocasının cinsel isteklerine boyun eğmesi de bu itaatın kapsamına girer" (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, II, 334; el-Cassâs, Ahkâmül-Kur`ân, thk. Muhammed es-Sâdık, Dârul-Mushaf, Kahire t.y., II, 68 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid Mısır t.y., II, 46 vd.; el-Fetâvâl-Hindiyye, Mısır 1310/1892, I, 556 vd.).
Kadının kocasına karşı itaatsizliği halinde izlenecek yol Kur`an-ı Kerim`de şöyle belirlenir. "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; önce onlara öğüt verin, vazgeçmezlerse, yataklarında yalnız bırakın; yine yarar sağlamazsa hafifçe dövün " (en-Nisâ, 4/34). Bu ayet kocaya, karısını te`dip hakkı vermektedir. Kocasının meşru isteklerine uymayan ve itaat dışına çıkan kadına kocası önce;
1. İhtar eder, öğüt verir, onu ikna etmeye çalışır, bundan bir sonuç alınamazsa.
2. Kadını yatağında, yani odasında yalnız bırakır. Bu da yarar sağlamazsa,
3. Koca karısını bir çeşit disiplin cezası olarak te`dib edebilecektir. Ancak koca, karısını bedenini iz bırakmayacak şekilde te`dib edebilir.
Kocasının karısını te`dib hakkı yalnız İslâm`a özgü bir hak değildir. Klâsik kilise hukuku, haklı bir sebep olunca kocanın karısını hafifçe dövebileceğini kabul etmiştir. 12 ve 13. yüzyıllarda Fransa`da koca, karısını yaralamamak şartıyla dövebilirdi. 18 Ağustos 1882 tarihli kanundan önce İngiltere`de de kocanın, karısını te`dib hakkı vardı.
Koca, karısına söz ve fiille güzel muamele etmeye, kadın da ona karşı aynı şekilde davranmaya mecburdur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım " (İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimi; Nikah, 55). Eşlerin birbirine iyi muamelesi müstehaptır. (el-Kâsânî, a.g.e., II, 334). Karısının rızası olmadan kocasının çocuk yapmamak için korunması mekruhtur. Çünkü kadının, çocuk üzerinde hakkı vardır. Burada azlin mekruh oluşu Ebû Hanife`ye göre çocuğu koruma, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre şehvette eksiklik meydana getirdiği içindir (el-Kasânî, II, 334, 335).
Kadına iyi muamelenin kapsamına, hakkı olanı geciktirmeden vermek girer. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür" (Buhârî, Havâle, I,II, İstikrâz, 12; Müslim, Müsâkat, 33; Ebû Dâvud, Buyû, 10; Tirmizî, Buyû, 68; Nesâî, Büyü`,100,101; İbn Mâce, Sadakât, 8). Yine iki eşi rızaları olmadıkça bir meskende toplamamak gerekir. Çünkü bu, aralarında düşmanlığa ve rekabete sebep olur. Yine bir eşle, diğer eşin yanında cinsel ilişkide bulunmak da ona karşı saygısızlık ve kötü muamele anlamına gelir.
Eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanma hakları vardır. Eşlerin birbirinden cinsel birleşme isteme hakları vardır. Hanefi ve Şâfiilere göre kocanın evlilik süresinde karısı ile bir defa cinsel birleşmede bulunmuş olması, hukuken yeterli sayılır. Evlilik kocanın iktidarsızlığı nedeniyle amacına ulaşamamışsa kadının evliliği feshettirme hakkı vardır. Birden çok cinsel birleşme ise evliliğin devamını sağlaması bakımından gerekli görülmüştür.
Şâfiîlere göre, bir defa cinsel birleşme vacib olur. Çünkü bu kocanın hakkıdır. Bundan sonrası, kiralanan evi oturmadan kendi haline bırakmak gibi, kadını da bırakmak caiz olur. Çünkü cinsel birleşmeye davet eden şehvet ve muhabbettir. Bunu ise vacib kılmak mümkün olmaz. Ancak kadını cinsel konuda başı boş bırakmamak müstehap olur: Hz. Peygamber (s.a.s), Abdullah b. Amr b. Âs (r.a)`a şöyle buyurdu: "Sen gündüzleri oruç mu tutuyorsun? ; Evet dedim ". "Geceleri ibadetle mi geçirirsin?", Evet dedim ". Bana gelince; oruç tutarım, tutmadığım da olur. Namaz kılarım, uyurum da. Kadınlarla cinsel temasta da bulunurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir" (Buhârî, Nikâh,I; Müslim, Nikâh, V; Nesâî, Nikâh, IV; Dârimi, Nikâh, III; Ahmed b. Hanbel, II, 158). Çünkü kadın bu konuda başı boş bırakılırsa fitne ve fesada yol açmasından korkulur (ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmi ve Edilletüh Dımaşk, 1405/1958, VII, 105, 106).
Hanbelilere göre, kocanın karısı ile özür bulunmadıkça en az dört ayda bir defa cinsel temasta bulunması gerekir. Çünkü "ilâ" yemini için belirlenen süre bu kadardır (bk. el-Bakara, 2/226-227). Diğer yandan eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanması karşılıklı haktır. Nikâh eşlerin maslahatı için meşru kılınmıştır. Şehvetin teskin edilmesi de bu maslahata girer. Cinsel birleşme olmaksızın özürsüz dört aydan fazla bir süre geçerse, eşlerin isteği üzerine araları ayrılabilir. Burada "İlâ"ya kıyas yapılmıştır (bk. el-Buhûtî, Keşşâful-Kınâ`, Matbaatül- Muhammediyye, V, 214; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 106, 107).
Eşler arasında geçimsizlik uzar ve yukarıdaki ayette belirlenen tedbirlerden bir sonuç alınmazsa, bir sonraki ayette "hakeme başvurma" yöntemi öngörülür. Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, o zaman kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak eder" (en-Nisâ, 4/35).
Bu ayette hitap, hâkimleredir. Koca geçimi sağlamaya muvaffak olamamışsa, eşlerden birinin hâkime başvurarak hakem tayinini istemek hakkı doğar. Hakemlerin hısımlardan seçilmesi daha uygundur. Çünkü tarafları tanır, geçimsizlik sebeplerini bilir ve ara bulması kolaylaşır.
Hakemlerin görevi yalnız arabuluculuk mudur? Yoksa boşama yetkileri var mıdır? Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel`e göre, eşler özel yetki vermedikçe hakemlerin boşama hakkı yoktur. Çünkü onlar vekil durumunda olup, verilen yetki dışına çıkamazlar. Ayette hakemlerin yetkisi ise "islâh" tan ibarettir. Ancak eşler hakemlere özel yetki vermişse bu takdirde boşamaları mümkündür.
Osmanlı Devleti uygulamasında hakem usulü ile boşama yayılmamıştır. Çünkü hâkimler başvuru halinde arabulucuk görevini kendileri yapıyorlardı. Bunun sonucunda hakem usulü, boşama değil arabuluculuk müessesesi olarak yaygınlaşmıştı (eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 74; er-Remlî, Nihâyetül-Muhtâc, Mısır t.y., VI, 44). Hanefilerin bu görüşü, Hasan el-Basrî, Katâde ve Zeyd b. Eslem`den rivayet edilmiştir.
İmam Şâfiî`den bir görüşe göre, hakem yalnız arabulucudur ve vekil durumundadır. Başka bir görüşe göre ise hakem "hâkim" demektir. Bu yüzden tarafların rızası olmasa bile hakemler gerekli görürlerse boşamaya da karar verebilirler (es-Sâbûnî, Tefsiru Âyâtil-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 472; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 398, 399).
Göz, bakma, bakış, fikir, düşünme, mülahaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh. Arapça asıllı olan bu kelime, Türkçe`ye geçerken manâ değişikliğine uğramış ve "ayn göz" kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Araplar, göz değmesi için "isabetül-ayn" tabirini kullanırlar (İbn Manzûr, "Lisânül-Arab", Na.za.ra madd.).
Nazar kelimesi Türkçe`de kem göz manasına gelmekte ve daha ziyade "gelme", "uğrama", "değme" ve "etme" fiilleriyle birlikte; "nazara gelme", "nazara uğrama", "nazar değme" ve "nazar etme" şeklinde kullanılmaktadır.
"Nazarcılık" deyimi; nazarın zarar verebileceğini kabul eden düşüncenin adıdır.
Nazar, bugün için henüz pozitif ilimlerin ilgi alanına girmemiştir. Girip girmeyeceği ya da ne zaman gireceği belli değildir. Zira pozitif diye tanınan bilimlerin kendilerine mahsus bir takım metodları ve bazı kuralları vardır. Olayları bu metodlarla inceler ve bir sonuca varmaya çalışırlar. Nazar ise şu aşamada, fizik ya da kimya laboratuarında incelenip deneye tabi tutulacak durumda değildir. Aksine bugün, bu ilimlerle uğraşanların ekseriyeti -bilhassa doktorlar- nazarın fizik etkisini kabul etmemektedirler.
Buna rağmen, gerek folklor olarak gerekse dînî bir inanç olarak, dünyanın hemen her yerinde milyonlarca insan nazarı tanımakta ve ona inanmaktadır. Nazarla ilgili olayları anlatan haberler de tevâtür derecesine ulaşmaktadır. Nazarın mahiyetinin bilinmemesi, onu inkâr etmeyi gerektirmez. Nazar, mahiyeti henüz anlaşılmamış nice olaylar vardır. "Tabiî hayatta veya zihin hayatında bugünkü ilmî metodlarımızla açıklanması mümkün olmayan olaylara metapsişik veya parapsikoloji denir" (Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul 198, s. 202).
Her ne olursa olsun bilhassa halk arasında bazı kimselerin sebebi bilinmeyen olağanüstü nazar (göz değmesi) güçleri olduğuna inanılır. Bu güce sahip bir kimsenin, bir insana, bir hayvana ve özellikle bir çocuğa bakmakla durup dururken hastalık, sakatlık, ölüm gibi bir olayın meydana gelmesine yol açacağı sanılır. Her hangi bir olay böyle bir sebebe bağlandığı zaman "nazar değdi, nazara geldi, "nazara uğradı" denilir. "Kem göz" tâbiri de, nazarı değen kimseler için kullanılır.
Halk arasında açık, çiğ mâvi (gök) gözlerde nazar gücü olduğuna inanılır. Bu inanca dayanılarak mâvi gözlülerin kötü niyetli, kıskanç, başkalarına zarar vermekten hoşlanan kimseler olduğu söylenir. Ancak, bu anlayışın doğruluğunu kanıtlayıcı hiç bir kesin delil yoktur. Bazı yörelerde kıskançlık duygusunun nazara yol açtığı inancı da yaygındır. İşte isâbet-i ayn yani bu kötü bakışın, kötü gözün değmemesi için çocukların elbiselerine dikilen mâvi camdan küçücük tesbih tanesi şeklinde, bâzan göz şeklinde olan, ortaları delikli cam yuvarlarlara nazar boncuğu denilir. Bunların beş parmak şeklinde olanları da vardır. Bazı yörelerde -şimdi bile- çocuklara, atlara ve nazar korkulan diğer hayvan ve eşyaya da nazar boncuğu takanlara rastlanır. Nazar boncuğunun dâima mâvi olduğu söylenir. Buna göz boncuğu da denir. Böyle mâvi boncuk, muska, çörek otu, mâşallah gibi bir kaç nazarlığın bir arada olup bir takım teşkil edenlerine de "nazar takımı" denir. Şüphesiz nazar boncuğu, göz değmesine karşı bir tedbir olsun diye takılır. Bunun yanında çeşitli nazarlıkların kullanıldığı da bilinmektedir. Halk arasında nazara karşı başvurulan en yaygın tedbirler ise, kurşun dökmek, tuz çevirmek, üzerlik yakmak veya herhangi bir hocaya okutmak vs.`dir. Ancak, bunların tıp yönünden bir faydası olmadığı gibi, bâtıl inançlar devam ettirildiği için de bu tür davranışlar dinimizce haram kılınmıştır. Peygamberimiz (s.a.s) de nazarlık kullanmayı hoş karşılamamış, bu gibi şeyleri üzerlerine asan kimselerin bey`atlerini kabul etmemiştir (Nesâî, Zinet,17; İbn Mâce Tıb, 39). Diğer taraftan Resulullah (s.a.s); "Göz değmesi gerçektir" (Buhârî, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41) buyurmak suretiyle bir mânevî faktöre işaret etmişlerdir. Şu halde İslâmda göz değmesi (nazar) vardır. Ancak, nazar boncuğu takmak vs. bâtıl inançlardan sayılmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki göz değmeşinin temelinde yatan esas sebep kişinin kıskançlık duygusudur. Ve bu duygunun, baktığı kimseye yansıması ve onu te`sir altında bırakmasıdır. Nazar boncuğu takmakla bu kıskançlık dolu bakışların tesirinin azaltılması veya başka yönlere yansıtılması amaçlanmaktadır.
Müfessirlerin ekseriyeti; Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkâr edenler, zikri (Kur`an-ı) işittikleri vakit nerdeyse gözleri ile seni yıkıp devireceklerdi. Bir de durmuşlar, o herhalde bir delidir, diyorlardı" (el-Kalem, 68/50, 51) âyetinde geçen gözleriyle seni yıkıp devireceklerdi" sözünü "nazar" ile tefsir etmişlerdir (Elmalılı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, VIII, 5305; İbn Kesîr, "Tefsirul Kur`an`il-Azîm", VIII, 227).
Alûsî (1270/1854)`nin el-Kelbî`den yaptığı bir rivayete göre; Arap asıllı bir kişi, yemek yemeden iki veya üç gün çadırına çekilir, daha sonra oradan gelip geçen koyun ve deve sürüsüne bakar ve "gördüğüm bu koyun ve deve sütünden daha güzelini görmedim" derdi. Bunun üzerine o sürü hastalanır veya yere düşerek helâk olurdu. İşte nazar etmede maharetli olan bu kişiye, Peygamberimizi çekemeyen Mekkeli müşrikler, Hz. Peygâmbere nazar etmesini teklif etmişler, o da bu teklifi kabul etmişti. Allahu Teâlâ da bu ayetleri (el Kalem, 51, 52) ile Resulünü korumuştu (Alûsî, Rûhul-Meânî, 29/38).
Yusuf suresinin altmış yedinci ayetinde ise, Hz. Yakub (a.s)`m oğullarına şöyle dediği anlatılmaktadır:
Ey oğullarım! Bir kapıdan (Mısır`a) girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama ben Allahdan hiçbir şeyi sizin için savamam. Çünkü hüküm Allah`dan başkasının değildir. Onun için ben yalnız O`na tevekkül ettim. Tevekkül edenler yalnız O`na tevekkül etsinler" ( Yusuf 12/67).
Elmalılı Hamdi Yazır, âyetin yorumunda: "Bu tavsiyenin sebebi, toplu bir surette göze çarpmalarından ve bir hased ve gamze uğramalarından sakınmak idi" demektedir (Elmalılı, a.g.e., IV, 2890).
Nazar ile kıskançlık arasında yakın bir münasebet vardır. Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebeti şöyle ifade ediyor: "Kıskançlıklarından az daha Hz. Peygamber`i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse onu helâk edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder. Kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayze düşer, türlü türlü su-i kasde ve hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman, isabet-i ayn değmesi veya nazar tabir olunur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur. Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır" (Elmalılı, a.g.e., VIII, 5305).
Kur`an-ı Kerim nazardan söz ederken açık ve kesin bir hüküm bildirmemekte, buna karşı hadisler, kesin bir ifadeyle nazarın gerçek olduğunu bildirmekteler. Hz. Âişe (r.a)`den rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: "Nazardan Allah`a sığınınız. Çünkü göz (değmesi) gerçektir" (İbn Mace, Tıb, 32; Buhari, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41).
Esma bint Umeys (r.a)`den rivayet edildiğine göre kendisi: "Ya Resulullah! Cafer`in oğullarına cidden nazar değiyor, ben onlar için şifa dileğiyle okutturayım mı?" demiş. Resulu Ekrem (s.a.s) de: "Evet, lakin kader ile yarışan bir şey olsaydı nazar değme işi onu geçerdi" buyurmuştur (İbn Mace, Tıb, 33; Muvatta, Ayn, 3).
Nazarın gerçek olduğunu kabul edince, ondan korunma yollarını da öğrenmek gerekir. Bunun için de, dinimizin bize müsaade ettiği yollara baş vurmak, sakındırdığı yollardan da kaçınmak durumundayız. Bu konudaki rehberimiz yine Allah`ın Resulu`dür. Ebû Said el-Hudrî (r.a)`den rivayet olunduğuna göre: "Resulullah (s.a.s), "Cinlerin ve insanların nazarından Allah`a sığınırım"gibi dualarla cinlerin ve insanların nazarından Allah`a sığınırdı. Sonra Muavvezatân nazil olunca bu sureleri okumaya başladı diğer duaları terketti" (İbn Mace, Tıb, 34).
Hz. Peygamberin kötülüklerden ve kötü kimselerin şerrinden emin olabilmek için sık sık okumuş olduğu duâ ve surelerden bazıları şunlardır: Enes b. Mâlik`ten rivayete göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: Bismillâhi tevekkeltü alellâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh ". Manası: "Allah Teâlâ`nın ism-i şerifini zikrederek evimden çıkarım. Ben Allah`a tevekkül ettim, güç ve kuvvet sadece Allah`ın lütuf ve ihsânıyladır" (Tirmizî, Deavât, 34). Ümmü Seleme`nin rivayetine göre Resulullah (s.a.s) evinden çıkarken şöyle derdi: "Allah`ın ismini zikrederek çıkarım. Ben Allah`a tevekkül ettim. Allah`ım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan sana sığınırım (Tirmizî, Deavat, 35): Osman b. Affan`ın rivayetine göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiç bir şey zarar veremez. Bu: Bismillâhi lâ yedurru me`asmihi şey`in fıl`ardı vela fı`ssemâi ve huve`s-semiul-alîm"duâsıdır.
Anlamı: "İsmiyle beraber bulundukça yerde ve gökte hiç bir şeyin zarar veremeyeceği Allah`ın ismiyle (sabaha erdim, akşamladım). O her şeyi işiten ve bilendir" (İbni Mace, Duâ, 14).
Hz. Âişe (r.a) da Resulullah (s.a.s)`ın yatağına girdiğinde iki eline üfleyip muavvizât (İhlâs, Felâk ve Nâs) surelerini okuduğu ve vücuduna sürdüğünü rivayet etmiştir (Buhârî, Deavât, 12).
Bütün bu nasslara göre nazardan korunmak için, "nazarlık" denilen; mavi boncuk, sarımsak, at nalı, minyatür süpürge vb. nesnelerle, içinde ne yazılı olduğu bilinmeyen ya da acaip bir takım şifrelerle yazılmış bulunan muskaları, -nereye olursa olsun- takmak şirktir. Zira bu tür davrânışlarda, Allah`dan başka birinden veya bir nesneden, zararı defetmesini istemek vardır. Halbuki Allah (c.c.), şöyle buyurur; "Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa; hiç kimse onu gideremez ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O, herşeye Kadirdir" (el-En`am, 6/ 17).
İmam Ahmed, Ukbe b. Nâfi`den merfû` olarak şu hadisi nakleder: "Kim temîme (mavi boncuk) takarsa Allah onun işini tamamlamasın. Kim bir ved`a (katır boncuğu) takarsa Allah onu korumasın (Ahmed İbn Hanbel, IV, 154, 156).
Başka bir hadiste: "Kim bir muska, mavi boncuk ve benzerini kesip atarsa bir köle azat etmiş gibi olur" (Yusuf el-Kardavi, "Tevhidin Hakikati", Terc. Mehmet Alptekin, İstanbul 1986, s. 73).
Nazar kavramının batıdaki ifadesi, psikokinezidir. Nazar olayında iyi niyet ve yoğuşmaya göre alıcı ile verici uçlardan geçen bir "ark" oluşmaktadır. Gıbta, övünme, imrenme gibi dostça duygular, hatta ebeveynlerin; çocuklarına sevgisi, nazarın küçük dozda uğratma sebebidir. Nazara uğrayan kişi, çok sık esner ve sıkılır. Asıl uğursuz nazar, "haset" duygusundan gelişir. Bu duyguda, düşmanlık, kin ve intikam mevcuttur. Nazarın dozajında bu haset duygusunun şiddeti çok önemlidir. Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa, nazarın gücü de o kadar şiddetli olur (Nazarın Bilimsel Yönü, Yankı Dergisi, 5-30 Haziran 1983, sayı 635, s. 52).
Gözlerin elektromanyetik ışınlar yolladığı konusu, Sovyetler Birliğinde yoğun bir şekilde araştırılmaktaydı. Yayının dalga boyu yaklaşık yüzde sekiz mm.dir. Yani radyo dalgalarıyla enfraruj (kızılötesi) dalgalar arasındadır (H. Egemen Sarıkaya, S. Birgil, C. Cümbüşel, Telepati, İstanbul 1978 s.15. Nazann bilimsel açıklaması için bak. Din ve İlim Açısından Nazar, Yrd. Doç. Celal Kırca, Diyanet Dergisi, XXII. sayı: 1, 1986).
NAZARLIK VE MUSKA :
Peygamberimiz (s.a.s.): "Allah hiçbir dert göndermemiş ki, dermanını da göndermesin" (Müslim, selâm 69; Buhârî, tib 1; Ebû Dâvûd, tib 1,11; Ibn Mâce, tib 1, Tirmizî, tib 2; Müsned NI/156.)buyurmuş ve hastaların tedavi edilmesini istemiştir. Yani hastanın doktor ve ilâç aracılığıyla şifâ araması, ama doktoru ve ilâci, etkisinin kaynağı değil, sebebi olarak görmesi. esas şifânın Allah`tan olduğunu bilmesi, Peygamberimizin emridir. Yine Peygamberimiz ilâcın, neşterle ameliyatta, bal şerbetinde ve dağlamada bulunduğunu bildirmiş(Buhârî, tib 3, 4,15; Ibn Mâce tib 23; Müslim, selâm 71; Müsned I/245, NI/19, 343.), hiçbir hastaya nazarlık yada muska tavsiye etmemiştir. Çünkü bu tür işlerin özellikle cahiller tarafından yapılması, çoğu zaman Allah`a şirk, yani ortak koşma anlamı taşır: Nitekim Rasûlüllah Efendimiz: "Nazarlık(Temime) takan şirk koşmustur" buyurur. ("Allah kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz, bunun dışındakileri diledigi kimseler için bağışlar" Nisâ (4) 48.) Gerçi bu tesirin ondan görülmesi halindedir. Çünkü nazarlık, hamail, ya da muska takanlar, kötülüklere karşı onların etkili olabileceğini sanırlar,işte bu şirktir. Halbuki, Allah`ın hiç affetmeyeceği tek günah kendisine şirk koşulmasıdır. (Hakim IV/216. )Peygamberimiz bu tür bir korunmayı tavsiye etmediği gibi, yapanlara da şiddetle karşı çıkmıştır. Bunlar gibi, çeşitli tılsımlı sözlerle okuyup efsun yapmalar da batıldır ve şirktir. Peygamberimiz onları da yasaklamıştır. Kendisine bîat eden, yani her konuda önderliğini kabul eden on kişinin bîatını kabul etmiş, birininkini etmemiştir. Sebebi sorulduğunda: "Onun pazusunda muska var!" buyurmuş, bunun üzerine adam muskayı kesip atınca Efendimiz, onun bîatını da kabul etmiş ve: "Bunu takan şirk yapmıştır" demiştir. (Müsned IV/156. )Bir başka hadîslerinde "Kim birşey takarsa ona havale edilir" (Müsned IV/311.) buyurulmuştur. Ancak yazılıp üzerine asılan şey öyle tılsımlı ve şifreli şeyler olmayıp. Kur`ân`dan bazı âyetler, ya da meşrû bazı duâlar olursa bunun câiz olacağını söyleyenler vardır. (bk. Müslim, selâm 65; Ebû Dâvûd, tib 18; Davudoğlu IX/605 ) Bahçelere tarlalara ve binaların üzerine asılan kemik ve kafatasları da haramdır. Çünkü onların gözdeğmesine engel olacağına inanılır(Ibn Âbidin VI/363.). Allah`tan başkasına etki gücü veren bu tür bir inanış şirktir. Ancak onu görenin, gözdeğmesini hatırlayarak, "subhânallah", "mâşâallah, lâ havle.." demesi için asılmışsa, sakıncası yoktur, diyenler de vardır. Çünkü göz değmesi haktır. (agk. "Eğer kaderi bozabilecek bir şey olsaydı göz değmesi olurdu." Ahmed.) Gerçi gözdeğmesi ve sihirin tesiri gerçektir. Ancak bunlardan korunma çâreleri nazarlıklar ve muskalar değildir. Tıbbın ilâç bulamadığı konularda Efendimizin sünnetine uyarak, Kur`ân ayetleri okunur ve anlamını bildiği duâlarla Allah`tan şifâ istenir. Peygamberimiz (s.a.s.) gözdeğmesi için rukye (okuyarak tedavi) yapılabileceğini haber vermiştir. (Buhârî, tib 1 ; Müslim, iman 374; Ebû Dâvûd, tib 17-18; Tirmizî, tib 15.)Gözdeğmemesi için de, hoşa giden birşey görüldüğünde: "Mâşâallah, Lâ-havle velâ kuvvete illâ billâh" (her şey Allah`ın dilemesiyledir. Her türlü güç ve kuvvet Allah`tandır) denmesini emretmiştir. (el-Hindî, Kenz VI/746 (17670). Aynı yerde konuyla ilgili benzer hadisler de vardır; Ayrıca bk. Mûnavî, Feyz V/429; VI/130.)Çeşitli hastalıklar için Peygamberimiz`den nakledilen birçok duâ vardır. Kişi biliyorsa onlarla, bilmiyorsa kendi sözleriyle Allah`tan şifâ istemelidir.
"Rukye (ayet ve dua okuyarak tedavi); özellikle gözdeğmesi, zehirli hayvan sokması ve kandan ötürü yapılır. (Feyzu`l-Kadîr VI/426, Müslîm`den). "Gözdeğmesine rukye için Allah`ın kitabında sekizayet vardır: Fatiha (nın yedi ayefi) ve Ayetü`l-kürsî (feyzu`l-Kadîr IV/457. Hadis zayıttır). "Hazreti Peygamber gözdeğmesine rukye yapmamızı emrederdi." (Müslîm "Hz. Aişe: Rasûlullah bana rukye yapmamı emrederdi" (Feyzu`l-Kadîr. V/197). Rasûlüllah (s.a.), "Cin ve insan gözünden Allah`a sığınırım" diye dua ederdi. Muavizeteyn (Felak ve Nâs sûreleri) indirilince onlarla istiâze eder oldu, diğerlerini bıraktı. (Feyzu`l-Kadîr V/202, Tirmizî`den).
Sihirden korunmanın yolu ise güçlü bir imana sahip olmak ve Allah dilemedikçe hiçbir zararın gelmeyeceğine kesinkes inanmaktır. Buna rağmen gelirse, bunun için de yine Allah`a sarılmalıdır.
Bu konularda özellikle kadınlar çok duygusal ve çoğunluğu çok cahil oldukları için, her söylenene inanmakta, böylece hem paralarını düzenbazlara kaptırmakta. hem de imanlarından olmaktadırlar. Çeşitli mezarlara türbelere ve yatırlara adaklarda bulunmak, mum yakmak ve purçuk vs. asmak gibi şeyler ise, bu kötülüğün daha ileri derecesidir. Bu zavallı cahiller, böyle yapmakla dertlerine dert katmaktan başka birşey yapmış olmazlar. Işin daha ilginç yanı; bu tür batıl inançlara sahip olup, evine arabasına, saçının tokasına bebeğin omuzuna vs. nazarlık takan insanlar, inançları ve dinleri çok zayıf olan insanlar ve özellikle sosyete kesimidir. Bu da bize sağlam inançla ruhu beslememenin. insanı nasıl gülünçlüklere götüreceğini gösterir.
"Ibn Âbidin" diye bilinen kitapta: "Efsunlamak, nazarlıklar ve muska takmak şirktir" (Ebû Dâvûd, tib 29: Ibn Mâce, tib 39.) hadîs-i şerîfini verdikten sonra : Burada ki muska (tivele), karı koca arasında sevgi ve muhabbet olsun diye yapılan uygulamalardır, denilir. (Ibn Âbidîn VI/364.)
NEBİZ(ŞIRA`NIN HÜKMÜ)
Kuru üzüm, hurma, bal, arpa, buğday vb. şeylerin suda bekletilerek onu tadlandırması yolu ile elde edilen bir içki çeşidi. Sarhoş etsin veya etmesin aynı adla anılır. Nitekim, nebize şarap (hamr) dendiği gibi, üzüm suyundan elde edilen şaraba da nebiz denmektedir (İbnül-Esir, en-Nihâye fî Garîbil-Hadis, 5, 8).
Nebiz, helâl ve haram olmak üzere iki kısma ayrılır:
a) Haram olan: "Çoğu sarhoş eden herşeyin azı da haramdır" genel prensibi çerçevesinde değerlendirildiğinde hububat, meyva vb. şeylerden elde edilen sarhoş edici içkiler, ister pişirilerek, isterse pişirilmeden imal edilsin haramdır. Bu, üzüm, buğday, arpa, arı sütü, vb. şeylerden elde edilen bütün içkiler için aynıdır. Sahabi, Tabiîn ve sonraki âlimlerden oluşan cumhurun görüşü budur.
Âlimler bu konuda karar verirken, Resulullah (s.a.s)`in koymuş olduğu "sarhoş eden her içki haramdır" hükmünden hareket etmişlerdir. Hz. Âişe (r.anha)`dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.s)`in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.s)`den Yemenlilerin baldan elde ettikleri "bit`ı" adlı iş sorduklarında o; "sarhoş eden her içki haramdır" cevabım vermişti" (Buhârî, Eşribe, 4; Müslim, Eşribe, 68, 69).
Ve yine Ebû Mûsa el-Eş`arî (r.a)`dan nakledilen diğer bir hadiste de şöyle buyurulur: "Resulullah`a, ey Allah`ın Resulü, bize Yemen`de imal edip, içmekte olduğumuz iki çeşit şarap hakkında fetva ver! Bu içkilerin biri balın suda köpürene kadar bekletilmesiyle elde edilen bit`ı, diğeri de buğday ve arpa suyunun köpürtülmesiyle elde edilen "mizr" (bira) adındaki içkidir, dedim. Resulullah; Namazdan meneden her sarhoşluk veren içki haramdır" buyurdu (Buhârî, Meğâzî, 60; Edep, 80; Müslim, Eşribe, 70, 71). Ömer (r.a)`dan nakledilen diğer hadiste de; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her sarhoş edici şey de haramdır". Diğer bir rivayette; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her çeşit şarap da haramdır" şeklindedir (Müslim, Esribe, III; Nesâî, Eşribe, 25; İbn Mace, Eşribe, 10). Bir hadiste de; "Bir ferak miktarı içildiğinde sarhoş eden içkiden, bir avuç içmekte haramdır" denilmektedir (Ahmed b. Hanbel, VI, 71, 72,13,I) (bir Ferak yaklaşık olarak 7,5 gramdır).
Nehâî, Şa`bî, Ebû Hanife ve diğer birtakım Kûfe ulemâsı, üzüm ve hurmadan elde edilen sarhoş edici nebizin dışında; buğday, arpa, mısır ve bal gibi şeylerden elde edilen nebizin sarhoş edecek kadar içildiğinde haram olduğu, daha az içildiğinde ise haram olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Ancak, üzüm suyu, bekletildiği zaman kabarıp çoğalarak köpük atarsa, şarap haline gelmiş olur. Bunun çoğunun ve azının haramlığı hususunda ümmetin icma`ı hasıl olmuştur. Adları zikredilen âlimler üzümün dışında, diğer şeylerden elde edilen nebizi, hamr (şarap) adıyla isimlendirmemektedirler. Onlara göre, hurma ve kuru üzümden elde edilen zebib pişirilmemiş halde iken sarhoş edici özellikte ise, azı da çoğu da haramdır. Ancak şarap olarak isimlendirilmez ve az da olsa pişirildiğinde sarhoş etmeyecek kadar yenirse helaldır. Fakat, üzüm suyu sarhoş edici bir hal almışsa, üçte biri kalana kadar pişirilirse, yenebilir. Ancak, şaraplaşan üzüm suyunun pişirilse bile haramlığının kalkmayacağı tartışmasızdır.
Tercihe şayan olan görüş, cumhurun görüşüdür. Çünkü, Kur`an`da zikredilen "hamr" kelimesi Arap dilinde, üzümden elde edilen içkiye has bir terim olmayıp, hurma ve diğer şeylerden üretilen sarhoş edici içkilerin tamamı için kullanılmaktadır. Çünkü içkiyi (hamr) yasaklayan ayet indiği zaman Medine`de içkinin çoğu hurmadan elde edilmekte idi. İbn Ömer (r.a) şöyle rivayet etmektedir. Resulullah (s.a.s) hutbeye çıktı ve şöyle dedi: İçkiyi (hamr) yasaklayan ayet indi. O içki ki; üzüm, hurma, buğday, arpa ve bal olmak üzere beş şeyden imal edilmektedir. Hamr, aklı gideren şeydir" (Buhârî, Eşribe, 5). İbn Hacer el-Askalânî, müsned sahiblerinin bu hadisi merfu` Hadislerden kabul ettiklerini bildirmektedir. Bu hadis içkiyi yasaklayan âyetin nüzûl sebebine şahid olan sahabe sözü olduğundan ref`ine hükmedilmiştir. Ancak, Ömer (r.a) Ashab`ın ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate hitap ederken bu hadisi dile getirdiği zaman, hiç kimse bunu inkâr etmemişti (el-Askalâni, Fethûl-Bârî, X, 49). Resulullah (s.a.s)`in şu sözü bunu te`yid etmektedir: "Üzümden hamr ( arap) vardır, hurmadan hamr vardır, buğdaydan hamr vardır, arpadan hamr vardır" (Ebû Dâvud, Eşribe, 4). Bu anlamda diğer bir çok sahih hadis bulunmaktadır ve bunların hepsinin ifade ettiği manâ, hamrın sadece üzümden elde edilen içkiye has bir ad olmadığıdır. Ayrıca tahrim ayeti nâzil olduğu vakitte, üzümden imal edilen şarap diğerlerinin yanında gerçekten çok azdı. Sonra, içkinin haramiyetinin illeti, bütün diğer sarhoş edici içkilerde olduğu gibi tektir. Bu, afyon, haşhaş vb. katı uyuşturucularda da böyledir. Nitekim Hz. Aişe (r.anha)`nın şöyle söylediği nakledilmektedir: "Su ve ekmek olsa dahi sarhoş edici özelliği olan hiç bir şey helâl değildir" (en-Nesâî, Eşribe, 48). Ashab, nebizi sarhoş edici hal almadan önce içiyordu. Nitekim Resulullah (s.a.s) onu içmiş ve içilmesine izin vermişti. Onlar, hurma, kuru üzüm vb. şeyleri tatlanıncaya kadar suda bekletiyorlardı. Resulullah (s.a.s) köpürene kadar bunlardan içiyordu. Fakat nebiz üç gün bekledikten sonra ondan içmezdi. İbn Abbâs (r.a), şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) nebiz yapar ve bundan üçüncü günün akşamına kadar içerdi. Bu zamandan sonra kapta bir şey kaldığında onu içmez, dökerdi" (Müslim, Eşribe, 79-82; Nesâî, Eşribe, 56). Diğer bazı Hadislerde de bir günden sonra içilmesine izin vermediği rivâyet edilmektedir. Firûz (r.a)`dan şöyle nakledilmektedir: "Resulullah (s.a.s)`e gittim ve şöyle dedim: "Ya Resulullah, Allah Teâlâ, içkiyi haram kılan ayetini indirdi. Bizim bağlarımız var, üzümleri ne yapalım, dedim" Resulullah; "kurutursun"dedi. "Kurusunu ne yapacağım" deyince; "sabah ıslatır, akşam içersiniz akşam ıslatır, sabah içersiniz" dedi. "Köpürünceye kadar bekletebilir miyiz?" diye sorduğumda da o; "Testilere koymayın, tulumlara koyun, tulumlarda bekleyince sirke olur" cevabını verdi" (Nesâî, Eşribe, 56; Ebû Dâvud Eşribe, 10).
İbn Hazm şöyle demektedir: Bu iki haber de sahihdir. Haram oluş süresi için kesin bir sınır olmayıp bölgelere ve nebizin içinde bulunduğu kaba göre değişiklik arzetmektedir. Bazı bölgeler soğuktur ve üzüm suyu bir hafta özelliğini korur. Üzüm suyunun içinde bulunduğu kabın koruyucu özelliği varsa yine aynı şey sözkonusudur. Bunun gibi, bazı bölgeler sıcaktır. Veya kabın koruyucu özelliği yoktur. O zaman da bir gün sonra nebiz sarhoş edici hal alır. Bu konudaki hüküm Resulullah (s.a.s)`ın zikredilen sözüdür: Nebizi tatlılaştıktan sonra iç" ve "her sarhoş eden şey haramdır" (İbn Hazm, el-Muhella, VIII/284; Nesâî, Eşribe, 38).
Fakat bazı âlimler, İbn Abbas (r.a)`ın hadisini esas alarak, nebizin üç günden sonra içilmeşinin haram olduğuna karar verdiler. Üç gün dolmadan köpürdüğü takdirde de haram olacağını söylediler. Diğer bazıları da Firûz (r.a)`ın hadisini delil gösterdiler. Onlar da, bir gün dolmadan köpürmesi halinde haram olacağı görüşündedirler. Sa`id İbn Cubeyr; "taze hurma suda akşama kadar bekletildiğinde yarılırsa, ona yaklaşma; akşamdan yarıp suya koyulunca sabah ona yaklaşma demektedir" (el-Muhella, VIII, 283).
Tercihe şayan olan, İbn Hazm`ın görüşüdür. Zira bundan dolayıdır ki Resulullah (s.a.s), iki ayrı tür nebizin karıştırılarak içilmesini nehyetmiştir. Hurma ile üzüm veya olgun hurma ile renkli hurma vb. değişik türde nebizlerin karıştırılması gibi. Halbuki bunların herbiri, sarhoş edici bir hal almadıktan sonra helaldırler.
Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: Renkli hurma ile olgun taze hurmayı, kuru üzüm ile kuru hurmayı bir arada birbiriyle karıştırarak nebiz yapmayın. Her birinden ayrı ayrı nebiz yapmanızda bir mahzur yoktur" (Müslim, Eşribe, 22-24).
Buna göre içilmesi haram olarak zikredilen her şeyin alınıp, satılması, elde bekletilmesi ve ondan herhangi bir şekilde yararlanılması da helâl değildir. Her kim, bunlardan sirke yapar ve onu helâl kabul ederse Allah Teâlâ`ya isyan etmiş olur.
Çoğu sarhoş eden nebizden içen kimse, sarhoş olmayacak kadar içse bile, yine de had uygulanır. İmam Şafiî; "Bir içkinin sarhoş edici olduğu bir kimsenin ondan içtiğinde sarhoş olması ile anlaşılabilir. Bundan sonradır ki o içkiden içene had uygulanabilir" demektedir. İmam Şafiî, Ömer (r.a) zamanında şöyle bir olayın geçtiğini nakletmektedir: Ömer (r.a), cenaze namazı kılmak için çıktığında Saib`in sesini duydu. O şöyle diyordu: "Ben Ubeydullah ve arkadaşlarından şarab kokusu aldım. Hz. Ömer; "ne içtiklerini soruşturacağım. Eğer sarhoş edici ise onlara had uygularım" dedi. Süfyan, Saib b. Yezid`in onlara had uygulanırken hazır bulunduğunu söylediğini nakleder (İmam Şâfiî, el-Ümm, VI, 176-177).
NECÂSET(PİSLİK)
Pislik, kan, sidik ve dışkı gibi pis şey. Ruhsat olmaması halinde namazın sıhhatine engel olan pisliktir. Necâset, temizliğin; necis de temiz olanın zıddıdır. Necis, şer`an pis olan şeyi ifade eder. Hakikî veya hükmî necis için kullanılır. Hakikî necise "habeş", hükmî olanına ise "hades" denir. Necis sıfat, neces şekli ise isim olarak kullanılır.
Necâset, hakikî ve hükmî olmak üzere ikiye ayrılır. Hakikî necâset, sözlükte kan, sidik ve dışkı gibi gerçek pislik olarak var olan şeyleri; terim olarak ise, namazın sıhhatine engel olan pisliği ifade eder. Hükmî necâset ise, insan bedeninde manevî olarak bulunan abdestsizlik veya cünüplük hâli için kullanılır.
Hakikî necâset üçe ayrılır: Ağır ve hafif; katı ve sıvı; görülen ve görülmeyen pislik.
Ağır Pislik - Hafif Pislik
Buna galîza veya muğallaza pislik de denir. Giysilerde, bedende veya namaz kılınacak yerde bu pislikten, katı ise yaklaşık 3 gr. kadarı; sıvı ise avuç içinden fazla bir alanı kaplayacak miktarı namazın sıhhatine engel olur. Bunların necisliği kesin delille sabittir. Kan, sidik, dışkı gibi..."Elbiseni de temiz tut" (el-Müddessir, 74/4) ayeti uyarınca bunları temizlemek farzdır.
Hafif pislik ise kesin delille sabit olmayan pisliktir. Bunların bulaştığı elbise veya bedenin dörtte birinden az miktarı namaza engel olmaz. Eti yenenin sidiği ve yenmeyen kuşun pisliği gibi...
NEFS-İ EMMÂRE
Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur`an-ı Kerim`de Yusuf (a.s)`ın dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah`ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir: (Yusuf), nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." (Yusuf 12/53).
Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup ilâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır. Şehvete tabi olup üzerine gazap hakim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157).
Taberî; "kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir. Onun arzusunun Allah Teâlâ`nın rızası olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah`ın kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).
Râzî, ayetteki "...Rabbımın acıyıp koruduğu müstesna"ifadesine dayanarak, taat ve imanın Allah Teâlâ`dan geldiğini ve nefsin, O`nun rahmeti olmadan kötülüklerden vazgeçmeşinin sözkonusu olmadığını söylemektedir (Râzî, aynı yer).
Nefs-i emmârenin, Yusuf (a.s) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bûtûn insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a.s)
"...Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah`ın emirlerine yönelen ve böylece ilahi rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır. Zira Yusuf (a.s) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah`a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum" Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır.
Bazı müfessirlerin, "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez (bk. İbn Kesir, Tefsirul Kur`anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 320). Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz. Muhammed (s.a.s)`e ayet olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da bildirmiş olmaktadır.
NEFS-İ LEVVÂME
Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis.
Allah Teâlâ, Kur`an-ı Kerim`de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre (Yusuf,12/53), ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme (el-Kıyame, 75/2), üçüncüsü ise, Allah`ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainne (el-Fecr, 89/27) dir.
Allah Teâlâ, Kıyamet suresinde kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyamet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir.
"Kıyamet gününe yemin ederim. Pişmanlık duyan nefse (nefs-i Levvâmeye) yemin ederim ", (el-Kıyame, 75/ 1-2).
Nefs-i Levvâmeden neyin kastedildiği üzerinde müfessirler bir birinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aralarında Said ibn Cubeyr, İkrime ve Abdullah ibn Abbas`ın bulunduğu
bazı müfessirler, nefs-i levvâmenin kendisini iyilikte de kötülükte de kınayan nefis olduğunu kabul etmişlerdir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174). İbn Abbas kınamayı mutlak anlamda almış ve nefs-i levvâmeye, kınayıcı nefis demiştir (Taberî, aynı yer). Buna göre levvâme tabiri, nefsin bütün yönlerini kapsamaktadır. Yani o nefis, kıyamet günü her durumda kendisini kınayacaktır. Kötülük işlemişse, kendisine zarar verecek böyle bir şeyi neden yaptığı için kendisini kınar ve pişmanlık duyar; iyilik yapmışsa elinde imkan olduğu halde neden daha fazlasını yapmadığı için kendisini eleştirir ve pişmanlığını dile getirir (İbn Kayyım, el-Cevziyye, et-Tibyan fi Aksamil-Kur`an, Beyrut 1988, 35). Resulullah (s.a.s)`in şu hadisi buna işaret etmektedir: "İyi veya günahkâr hiçbir nefis yoktur ki kıyamet günü kendini kınamasın..." (Alûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136).
Mücahid`e göre ise nefs-i levvâme, muttakı insanların nefsidir. Bu kimseler yapma fırsatını kaybettikleri iyilikler için pişmanlık duyar ve kendilerini kınarlar.
Katade`nin de içinde bulunduğu diğer bir grup, levvâmeden fâcir kimselerin kastedildiği görüşündedir. Bunlar kıyamet gününde işlediklerinin pişmanlığını duyacak ve neden kötü ameller işledikleri için kendilerini kınayacaklardır.
Bundan, kendi nefsini Cennetten çıkarılmayı gerektiren bir amel işlediği için sürekli kınayan Hz. Adem (a.s)`ın kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur (Alûsî, aynı yer).
İbn Cerir et-Taberi, nefs-i levvâme hakkındaki farklı görüşlerin temelde birbirine çok yakın olduklarını, dolayısıyla nefs-i levvameden, iyilikte de kötülükte de kendini kınayan ve kaçırdıkları fırsatlar için pişmanlık duyan nefislerin kastedildiğini söylemektedir. Ayetin zahirine uygun olan anlamın da bu olduğunu belirtmiştir (Taberî, XXlX, 175).
Hasan el-Basrî de aynı görüşte olup şöyle demektedir: "Allah`a yemin ederim ki, gerçek mümin sürekli olarak kendi nefsini kınar. O, "Şu sözümle neyi kastetdim? Bu yemeği yememdeki gayem neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?" der. Fısk içinde bulunan kimse ise kendi nefsini asla kınamaz" (İbn Kesir, Tefsîrul-Kur`anil-Azîm İstanbul 1985, XIII, 300; İbn Kayyım, a.g.e., 35). İbn Kayyım, nefsin levvâme ile nitelenmeşinin sebebinin risalet ve Kur`an`ın tasdik edilmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymak için olduğunu, bu tasdik olmadan nefis için başka bir kurtuluşun asla var olmadığını söylemektedir (İbn Kayyım, a.g.e., 38).
Fî Zilâlil-Kur`anda, farklı görüşlerin tamamı zikredildikten sonra şöyle denilmektedir: "Biz, nefs-i levvâmenin anlamı hakkında Hasan el-Basrî`nin tefsirini tercih ediyoruz. Levvâme ile nitelendirilen uyanık, korkan ve işlediklerinden pişmanlık duyan bu nefis, kendini hesaba çeker, etrafını görüp gözetir, arzularının iç yüzünü bilir. Böylece kendisini aldanmaktan kurtarır. Böyle bir nefis Allah katında iyidir. İşte bu yüzden Allah Teâlâ onu, yemin ederken kıyametle birlikte zikretmiştir. Karşısında ise, günah işleyen nefis söz konusu edilir. İnsanın içinde günah işlemeyi arzulayan ve isyan yollarında yürümeye devam etmeyi isteyen nefistir. Gerçek dini yalanlar, ondan yüz çevirir, kendisiyle aynı durumda olanların yanına biraz daha yarar elde etme ümidiyle gider. Ne kendini hesaba çeker, ne yaptıklarından pişmanlık duyar, ne aldırış eder, ne de günah işlediğinin farkında olur (Seyyid Kutub, Fî Zilalil-Kur`an, Kıyamet suresi tefsiri).
Ayette Allah Teâlâ`nın kıyametle birlikte nefs-i levvâme üzerine yemin edip etmediği konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları nefs-i levvamenin başındaki "la"nın olumsuzluk bildirdiğini, diğer bazıları da kasem için kullanıldığını kabul etmişlerdir. Hasan el-Basrî; "Allah Teâlâ, kıyamet üzerine yemin etmiş ancak, nefs-i levvâme üzerine kasem etmemiştir" demektedir. Katade ise, her ikisine birlikte yemin edildiğini; İbn Kesîr de Katade`nin görüşünün doğru olduğunu bildirmektedirler (İbn Kesir, VIII, 301; Ayrıca bk, İbn Kayyım, a.g.e., 34-38, 188).
NEFS-İ MUTMAİNNE
Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi`nân-ı kalple Allah`ı Rab kabul edip, O`nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah`a teslim olan ve O`na ulaşan insanın nefsi (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta`rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulumiddin, Beyrut (t.y.) III, 4).
Sufiler, Kur`an-ı Kerimin çeşitli ayetlerine dayanarak, insan nefsinin altı mertebesinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilave ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.
1- Nefs-i Emmâre: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir.
2- Nefs-i Levvâme: Allah`ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.
3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah`ın emir ve yasaklarına uyan nefistir.
4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm`ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.
5- Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk`a yönelen, Allah`tan gâfil olmama şuuruna eren ve O`ndan razı olan nefistir.
6- Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk`a teslim olan ve böylece Allah`ın kendisinden razı olduğu nefistir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817).
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290).
Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zatı ve hakikatıdır. Ona göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir (Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814).
Nefs-i mutmainne, Kur`anda bir yerde geçmektedir:
Ey huzura eren nefis, sen Allah`tan ve O da senden razı olarak Rabb`ine dön!... (lyi) Kullarımın arasına gir!.. Cennetime gir!.. " (el-Fecr, 89/27, 28, 29, 30).
"Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir. Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Resulunün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah`ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedakârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takib edip çeşitli pisliklerden korunur. Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir (Muhammed b. Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te`vil`i Ayil-Kur`an, Mısır 1954, XXX,190 vd.; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur`an, Kahire 1967, XX, 57 vd.).
Bazı âlimlere göre bu ayet, Hz. Osman (r.a) hakkında nazil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b. Adiy hakkında nâzil olmuştur. Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine`ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Ka`be`ye doğru çevirmişti (el-Kurtubî, el-Cami`, XX, 58).
Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah`a tam manasıyle teslim olmuş bir halde yaşar. Gönül huzuruna, ruhî saâdet`e ulaşır. Gam ve kederden uzak olur. Ahirette de Allah`ın iltifâtına nail olur. Yüce Allahın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu
"Rabb`ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır. Alimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitâr ya ölüm anında veya kıyâmet gününde yahutta Cennet`e girişte yapılacaktır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233).
NEFS-İ RÂDİYE
Allah`tan razı ve hoşnud olan insan ruhu. Hayvani nefse (cana) ve insanı ruha (nefs-i natıka`ya) da "nefis" denilir. Hayvani nefis, hayvanlarla insanlar arasında müşterektir. Hayvanlar kendilerinde insanî ruh olmadığı için nefislerinin gereğini yerine getirmek için yaşarlar. Nefis (can), tabiatının gereği olarak kendisini korumak, neslini devam ettirmek ve hayvanî lezzetleri tatmak için çalışıp çabalar. Hayvanî nefsin mantıkı, canlılık faaliyetlerine ait isteklerdir. Hayvanî nefis, haz ve zevk alma prensipleriyle hareket eder.
Ruh`a (nefs-i natika`ya) gelince; aslında temiz ve Allah`ın emir aleminden olan bu cevher, Allah`a yaklaşmak ve O`na yükselmek ister. Ruh`a başlıca iki özellik verilmiştir: Akıl ve vicdan (basiret veya kalb gözü). Vicdan, ruhun temizlenerek iyiliğe yönelişi, bağlanışı ve Cenab-ı Hakk`ı izleyişi ve bir nev`i O`na bakış yeteneğidir. İman ve ilahi bilgilerde yükselmenin mahalli, ruhun bu yönüdür. İman, kişinin kendi ihtiyariyle akıl kapısından girer, kalbe (gönüle) yerleşir; nefsaniyet ve şeytaniyete açılan kapıdan çıkabılir. Ruh, şeytanın da tesiriyle hayvanî nefsin hükmü altına girer, aklını ve fikrini onun istekleri doğrultusunda kullanırsa; bu ruha "nefs-i emmâre" denilir. Bu durumunda devam ettiği müddetçe ruh günahlara dalarak tamamen paslanır, kirlenir ve neticede mühürlenir. O halde insanın ebedi saadeti için ruhunun nefsanî ve şeytanî kirlerden temizlenmesi gerekir: Muhakkak nefsini (ruhunu) kötülüklerden temizleyen kurtuluşa erdi. Onu kötülüklerle örtüp kirleten de zarar ve ziyana uğradı" (eş-Şems, 91/9-10).
İnsani ruh; iman ederek ibadet, zikr ve taat, günahlardan kaçınma, mücadelede ve riyazet ile temizlenmeye başlar. Temizlendiği vakit insan ruhunda, temizlik ve saflığına göre ahlaken yükselme, ilâhî marifetlerde ilerleme gibi bir takım iyi durumlar meydana gelir. Ruhun temizlenme mertebeşinin ilki; yaptığı günahların fenalığını anlayıp bunları işlediğine pişman olma ve kendini kınama mertebesi olan "nefs-i levvâme" derecesidir. Bundan sonra, ruh, temizlenme ve Allah`a yaklaşmaya doğru sırasıyla şu mertebelere ulaşabilir: Nefs-i mülheme (nefs-i mülhime de denilir), nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye (râziye), nefs-i marziyye nefs-i kamile (nefs-i zekiyye veya nefs-i safiyye). Bunlardan nefs-i râdiye, insan ruhunun temizlenmeye başladığı andan itibaren kazandığı sıfat ve durumların dördüncüsüdür. Bu mertebeye "rıza makamı" da denilir. Nefs-i râzıye; Allah için ibadet ve zikir ve taat ile meşgul olarak dünyaya hiç gönül vermeyen, nefs-i hayvani`nin arzu ve isteklerinden tamamen vazgeçen, Allah`ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini terkeden kâmil kimsenin ruhudur. Bu makama gelen ruhta kazaya rıza esastır. Böyle bir kimse Allah Teâlâ`nın iradesine kayıtsız ve şartsız teslim olur. Allah`tan gelen her musibet ve nimet karşısında aynı derecede memnun ve razı olur. Bu mertebede insan ruhuna, bütün hallerinde kemal-i rıza ile muttasıf olduğu için, nefs-i râdiye denilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu nefs-i natıkaya "Ey güvenceye kavuşmuş nefis! Razı olmuş ve (Allah tarafından) razı ve hoşnud olunmuş olarak Rabbi`ne dön" (el-Fecr, 89/27-28) sözüyle hitab etmiştir. Cenab-ı Hakk`ın nefs-i râdiye`ye bu hitabı ya bedeninden ayrıldığı (ölümü) zaman, ya ba`s zamanında veyahud da ahirette hesabının tamamlanmasından sonra olacaktır, denilmiştir. Kur`an`da bildirilen nefs-i râdiye için bu hitab, bu üç zamana da şamil olur. Bir kısım müfessirler; imanda kemale ermiş nefs-i mutmainne`ye dünyada Cenab-ı Hakk`ın bu hitabının doğrudan doğruya meydana geldiği kanaatine varmışlardır. Bu takdirde "dönmek" emri, ihtiyar ve istekle bütün işlerinde gönül verip razı olarak Allah Teâlâ`ya ve O`nun emir ve takdirine dönme emridir. Sıkıntı, musibet, genişlik ve sevinç hallerinde kaza ve kadere rıza ve bu suretle bu imtihan âleminde çeşitli zorluklara güzel ve büyük bir metanetle göğüs germek nefs-i mutmainne`nin kemal mertebesi olan nefs-i râziye`nin hasletidir. Ve marzıyye (Allah katında makbul ve O`nun hoşnutluğuna ermiş olmak) da bunun arkasından gelir.
Ruhun bu râdiye mertebesi ve makamı ancak zevk ile bilinir; tatmayan bilmez.
Râdiye makamına yükselmiş olan insanî nefse ikram edilen sıfatlar; vera` (şüpheli şeyleri terketmek), ihlâs, muhabbet, üns, huzur (muhadara), keşif ve keramettir. Nefs-i râdiye, Allah`tan ve O`nun rızasına erdirecek olanlardan başkasını terkettiği gibi, hatta masivayı (Allah`tan başkasını) dahi unutur. Radiye mertebesinde olan kâmil kişi Cemal-i Mutlak`ın şuhûdunda müstağrak olur. Âlemde başına her ne gelirse, onu gönül hoşluğuyla kabul edip zevkini alır. Bu durumlarında bile halka nasihatta, emr-i bil-ma`rûf ve nehy anil-münkerde bulunur. Böylece halkı irşad etmekten geri durmaz. Sohbetinde bulunan onun sözlerinden istifade eder. Bu makamın sehibi huzur-ı Hakk ile edeb deryasına dalar. Duası Allah katında reddolunmaz. Fakat edeb ve hayası galib geldiğinden, zorunlu kalmadıkça kendisi için bir şey taleb edemez.
Nefs-i râdiye mertebesine gelmiş kâmil kişi Allah katında aziz ve mükerremdir. İnsanlar ona saygı gösterirler. Halkın ona saygısı cebrî ve kahrîdir. Onu sayanların çoğu, ona niçin ve ne sebeble saygı gösterdiklerini bilmezler. Böyle bir zat, asla zalimlere boyun eğmez ve onları sevmez; zalimlerin zulümlerinden de selamet bulur. Eğer fakir olup da kendisine yardım ederlerse, yardım edenler bile onu Rabbiyle meşgul olmaktan alıkoyamazlar. Bu makamda bulunan kâmil, daha çok Allah`ın "Hayy" ism-i şerifini söylemekle meşgul olur, bu isimle fenası zail olur; "Hayy" ile beka bulur ve "mardiyye" makamına yükselir. Allah Teâlâ`nın esma ve sıfatlarının tecellisine mazhar olur. Böylece ilmel-yakinden aynel-yakin mertebesine ve mardiyye makamına gelir. Ve buradan nefs-i kâmile makamına yükselir ve kendisinde Hakkal-yakin hasıl olur. Hak yoluna giren bu kâmil, asla yanlış bir itikada sapmadığı gibi, bütün hallerinde ahkâm`ı şer`iyye`yi kendi nefsinde icra etmekten zerre kadar ayrılmaz.
(İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul 1310, s. 491-493; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhul-Beyan, ilgili ayetler. Şeyh Abdul-Hadi, Kitab-ü babil-Fütûh li-ma`rifet-i Ahvâli`r-Ruh. Mısır, Matbaatül-Hayriyye; Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, el-Hacc Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakışıbendi, Miftahul-Kulûb).
NIKÂH SÖZÜ (VÂ`Dİ)
Iki veli, kendi aralarında, çocuklarımıza evlendirelim, diye sözleştiklerinde bu söz geçerli midir?
Söz verme, vaadleşme (muvada`a) ayrı bir şey, evlendirme akdi ayrı bir şeydir. Velinin, küçük çocuğunu ona sormadan evlendirme yetkisi vardır. Böyle küçük bir çocuğu evlendiren veli, eğer çocuğun Babası, ya da dedesi ise, artık o çocuğun büyüyünce o nikâhı kabul etmemesi kısaca muhayyerliği de söz konusu değildir. Evlendirenler başkaları ise, çocuklar büyüyünce muhayyer olurlar, istemezlerse bu evliliği kabul etmezler. (Mavsilî NI/134)
Ama dediğimiz gibi, söz vermek, evlendirmek, demek değildir. Nikâhın kendisine has şartları ve söz kalıpları vardır. "Kızımı oğluna vereceğim... Tamam, ben de alacağım" demek nikâh değil, vaadleşmedir. Sözünden dönmek her ne kadar çirkin bir davranış ise de, hukuken bu bağlayıcı değildir. Yani o zaman öyle demiştim ama, şu anda o fikrimden caydım, derse, hiçbirşey gerekmez ve o ana kadar da çocuklar nikâhlı olmuş olmazlar. Ancak özellikle günümüz şartlarında bu kabil bir davranış, Islâmca övülecek ve hoş görülecek bir davranış olmaz. Evlenme yaşının beklenmesi ve tarafların rızalarının alınması tavsiye olunur. Aksi halde büyük mağduriyetler söz konusu olabilir.
NIKÂH TAZELEMEK
Bazı camilerde hocaefendiler nikâh tazeleme duası okuyorlar. Bunun bid`at olduğunu okumuştum. O zaman nikâh tazeleme işi nasıl yapılabilecektir? Ya da nikâh tazelemek gerekli midir?
Şer`î nikâh; şartları şeriat tarafından belirlenmiş, şekli çizilmiş ve karı ile kocayı birbirine bağlayan itibari bir bağdır. Pamuk ipliği gibi bir şey değildir. Üzerinden zaman geçmekle yıpranacak şekilde bir yerlere sürtünüyor da değildir. Bu yüzden "talâkı" yani boşanmayı ifade eden bir sözle, bir "irade beyanı" ile koparılmadıkça eskimez ve "yenilenme"sine gerek olmaz. Camilerdeki "nikâh tazeleme" ifadelerine bakılırsa zaten sakat ve yapmacık olduğu görülür. 1. Önce "yenileme=tecdîd" ifadesi kullanılıyor. Halbuki, nikâh eskiyen, tamir görebilen birşey değildir. Ya vardır veya yoktur. Varsa yenilenmez. Yoksa da şartları mevcutsa kıyılır, kesilir, kısaca nikah eskimez. Bu durumda da bir kadın bir erkeğe aralıksız en fazla üç defa nikâhlanabilir. Oysa sözünü ettiğiniz işlem, bazı camilerde her hafta tekrarlanır. 2. Nikâhın en önemli şartı, tarafların karşılıklı rızalarıdır. Halbuki, camilerdeki, nikâh yenileme işlemlerinde kadına hiçbir şey sorulmamaktadır. 3. Kalıp haline gelmiş o sözlerde "ürîdü" yani "istiyorum" ifadesi kullanılmaktadır. Bu ifade, kabul ettim,yaptım anlamına gelmez. Arzu ediyorum, demek olur. Bu da akid gerçekleştirmez. 4. "Ürîdü en üceddile`l, îmane ve nikâha bi-kavl`i lâilâhe illellah..." denmektedir. Yani nikâhımı "lâilahe illallah"sözü ile yenilemeyi arzu ediyorum, demektir. Oysa nikâh "lâilâhe illellah" sözü ile yenilenmez.
Sonuç olarak bu tür bir uygulamanın, Islâmî olmadığı ve bir "şer`î fiil"i (Nikâhın "şer`î bir fiil" olduğu konusunda bk. Şeyh Ahmed Molla Ciyûn, Nûru`I-envâr I/100) ilgilendirdiği için bid`at olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu meseleye başka açılardan da bakılabilir.
NİKÂH, SÜT, NAFAKA V.S. ILE ALÂKALI HÜKÜMLER
Başkası ile yaptığı zinadan hamile kalan kadını doğumdan önce, bir diğer kişinin nikâhlaması caizdir. Ancak doğumdan hemen sonra cinsel ilişki de bulunması caiz değildir.
Şahidler huzurunda mehir belirlemeksizin veya belirlenerek meselâ; Ahmet Efendi, Mehmet Efendiye, "Küçük kızım Zeyneb`i küçük oğlunuz Mustafa`ya verdim" dese oda "Aldım" dese nikâh gerçekleşmiş olur.
Zina ile kendinden hamile kalan kadını, doğum yapmadan önce nikâhlamak ve onunla cinsel ilişkide bulunmak caizdir.
Şer`an muteber olan ikrâh(baskı) ile nikah sahih olur. (Imam-ı Şafi`ye göre sahih değildir) Ancak karı ile koca olacak olanların denk olması gereklidır.
Evlendiği kadın evlendiği tarihten itibaren dört aydan -velev bir gün eksik dahi olsa- kısa bir müddet içerisinde uzuvları belli olmuş ölü bir çocuk dünyaya getirse nikâh fasid olur. Dört ay ve sonrasında dünyaya getirse nikah caiz, çocuğun nesebi de sabit olmuş olur.
Başkasına olan borcundan dolayı hapsedilen kadının hapis süresince nafakası kocası üzerine gerekli olmaz.
Kocası başka bir memlekette olan kadına, adil (sözüne özüne güvenilir) bir kişi gelip "Kocanız vefat etti" dese, kendisi de inanıp iddet, bekledikten sonra başkası ile evlenebilir.
Kocası diğer bir memlekette olan kadına güvenilir bir kişi "Kocan seni boşadı" dese, iddet bekleyip evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Kocası olduğunu bilmeyerek evlenen ve kendisiyle cinsel ilişkide bulunulan bir kadının gerçek kocasının daha sonra belli olmasıyla ilk kocası ile araları ayrılsa, iddet beklemesi gerekli olur.
Esir olan kişinin karısı başkası ile evlendikten sonra, esir olan koca gelse karısını geri alabilir.
"Kocam vefat etti" diye başkası ile evlenip çocuk sahibi olan kadının, ilk kocası daha sonra ortaya çıksa nikâh yenilemeksizin iddet bitiminde karısı ile izdivaç muamelesinde bulunabilir.
Kadın ölen yakınları veya kocasına matem tutmak için aylarca siyah elbise giyemez. Kocası için sadece üç gün siyah elbiseyle matem tutabilir.
Kadının kocası bir diğer memlekete gidip bir başka kişi "Falan kişi karısını boşamaya beni vekil etti" dese ve kadını boşasa, kadın da başka birisiyle evlendikten sonra kocası gelse vekâleti inkâr edip, gerçekte de vekâlet sabit olmassa koca karısını geri alabilir.
Koca karısını boşamak üzere, birini vekil tayin ettiğine dair vesika verip o da kabul edip kadını boşasa, iddet bekledikten sonra kadın başkası ile evlenebilir.
Babanın, cinsel ilişki ve halvetten (beraber yalnızca kalmadan) önce boşadığı kadın oğluna haramdır.
Kocasının evinden haksız ve izinsiz olarak çıkıp başka bir mahalde sakın olan kadının nafakası kocası üzerine gerekli değildir.
Cinsel ilişki ve halvetten önce boşanan kadının iddet beklemesi gerekli değildir.
Sahih nikâhla evlenip cinsel ilişkiden önce karı veya kocadan birisi ölecek olsa biri diğerine varis (mirasçı) olabilir.
Mehr-i Muacceli (Peşin mehir) ödenen kadın kendini kocasına teslim etmese naiize olur. Kocası zorla kendisiyle cinsel ilişkide bulunabilir. (Naşize: Kocasının evinden izinsiz çıkıp kendisini haksız yere kocasına yasaklayan kadındır.)
Bakire olmak üzere evlenilen kadın dul çıksa nikâh sahih olur.
Bâlig olan kıza nikâh haberi ulaşsa önce feshedip, (nikâhı geçersiz kalıp) sonra kabul etse yeni bir akde ihtiyaç vardır.
Müslüman kadının, müslüman olmayan erkekle evlenmesi caiz değildir.(Komuniste kız verilmez)
Mût`a nikahı bâtıldır. (Mût`a Nikahı: Belli bir para karşılığında, kadını geçici süre için nikahlamaktır. Bu çeşit evlenme tamamen hükümsüz olduğu için karı kocalık sabit olmayacağından sair hükümler de konu olmaz. Miras, boşama v.s... gibi.)
Kadının yaş, soy, mal, şeref, makam yönünden kocasından aşağı seviyede bulunması, edep, iffet, güzellik açısından ise daha yüksek olması adab-ı muaseret ve terbiye bakımından daha güzeldir.
Bakire veya dul kadını nikahlamak isteyen erkeğin bu kadınların yüz ve ellerine bakması caizdir.
Hünsa-i müşkile kadın hükmündedir. (Hünsa-i Müşkile: Kendisinde hem kadın hem de erkeklik uzvu bulunup birinin işi diğerine galip gelemediğinden durumu müşkil olan kişidir.)
Dokuz yaş ve yukarısında bulunan kız da şehvet olduğu konusunda alimlerin ittifakı vardır.
Erkek, camdan veya kadın su içinde iken veya gayet ince tülbentli iken, erkeklik uzvu hareket edecek şekilde şehvetle bu kadına bakarsa hürmet-i musahere gerekir. (Aynadan tesadüfen görürse gerekmez.)
Müslüman erkeğin dinsiz kadınla evlenmesi haramdır.
Şeriatın cevaz (izin) verdiği işlerde, kadın kocasına itaat edecektir.(Kocanın"Bugün dışarıya çıkma!` demesi gibi) Cevaz vermediği konularda ise itaata mecbur değildir, muhalefetten mesul olmaz.
Kadınların evlerinde oturup ev işleriyle uğraşmaları ibadettir. Bundan dolayı salih(iyi) kocanın, karısına farzların üzerinde ibadet emretmeye hakkıyoktur.
Koca cinsel ilişkide bulunmak istediği zaman kadın kocasının bu isteğine karşı çıkamaz. Eğer bir mazereti varsa kocasına söylemeye mecburdur.
Koca, karısının yakınlarıyla görüşmesine izin verebilir. Fakat kendi evinde gecelemelerine izin vermez ise zorlanılamaz.
Kadının yakınları uzak memlekette olup gidip gelmek zor olursa, koca karısını yılda bir kere onlarla görüştürmeye mecburdur.
Kadının diğer bir kadının karnına şehvetle bakması caiz değildir.
Saliha olan kadınların çarsaflarını çıkararak veya başlarını açarak kötü kadınlara görülmeleri caiz değildir. (Çünkü yabancı erkeklere onlardan bahsedebilirler)
Erkeğin. yabancı kadının yüzüne şehvetsiz bakması haram değildir. Fakat mekruhtur. (Fetevay-i Hindiyye)
Kadının tenasül uzvunun içindeki bir yaradan veya tahammülü mümkün olmayan bir ağrıdan dolayı ölümünden korkulur, tedavi edecek bir kadın da bulunmazsa, erkek doktor yarayı veya ağrının olduğu yeri görebilecek kadar gözünü açması caizdir. (Gözünü kapayabildiği kadar kapamaya çalışacaktır)
Fitne ortamında genç kızın yüzünü açmasına engel olunur. (Mahkeme v.s. yûzün açılmasının mecbûrî olduğu yerler müstesna).
Kadının vücudunda iken bakılması caiz olmayan şeylerin vücuddan ayrıldıktan sonra da onlara bakılması caiz değildir. (Kesip attığı ayak tırnaklarına, başının saçlarına ve pis kıllarına bakmak gibi) (El-Hediyyetü`1-Abiyye)
Şehvetle, kadının giydiği çarşafa bakmak haramdır. Şehvetsiz olursa bir sakınca yoktur. Hatta, vücudunu belli etmeyecek şekilde, üzerini örten elbisesine bakmanın hükmü de aynıdır. (El-Hediyyetü`l Abiyye)
Zaaf derecesinde de deli olan kişiye velisi bir kadını nikahlasa nikah gerçekleşmiş olur.
Şehvet ile dokunulan ve öpülen kadının usulü (kendi üstündeki yakını olan kadınlar) ve furûrü (kendi aşağısindaki yakını olan kadınlar) öpen kimseye haram olur.
Bâlig olan kız nikâh akdine vakıf olup kabul etse, bilâhere kabul ettiğine pişman olsa akdi feshedemez.
Koca, karısının kız kardeşine (baldızına) şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olmaz.
Karısının annesine (kaynanasına) kasden olmayıp, şehvetsiz olarak erkeklik aletini gösteren kocaya karısı haram olmaz.
Kişi yabancı bir kadının herhangi bir uzvuna elbisesi üzerinden dokunacak olursa; Eğer elbise kalın olup uzvun sıcaklığını hissetmese hürmet-i musahere gerçekleşmiş olmaz.( Hürmet-i Musahere: Akrabalık sebebiyle meydana gelen haramlıkdır ki nikâhın sahih olmasına engeldir.)
Koca, karısının kızının, şehvet çağındaki kızına şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olur.
Kadın, damadına şehvetle dokunsa veya onu öpse ancak boşalmasa (yani menisi gelmese) kızı damadına haram olur.
Kadın, "Kocamın Babası (kaynata) bana şehvetle dokundu" derse, kocası tasdik etmediği sürece kocasıyla nikahı devam eder.
Koca, karısından olan oğlunun şehvetli kızına şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olur.
Koca kayın validesinin tenasül uzvunun içine şehvetle bakıp kendinden meni gelmese karısı kendisine haram olur.
Baliğ olan kız şahidler huzurunda birisiyle evlendikten sonra akdi feshedemez (geçersiz kılamaz.)
"Şehvetle dokundu" davasına bir adam iki kadın şahidlik etseler hürmet-i müsahere gerçekleşir.
Kadın, tayın ettiği kimseden başkasına vekilinin kendisini nikâhladığını duyup red etse, bu nikâh bâtıl (hükümsüz) olur.
Kadın kendisine namzet olan erkekten başkası ile evlenebilir.
Kadın dengi olmayan bir erkekle evlense, akraba tarafından velisi olan kişinin bu konuya dair itiraz hakkıyoktur.
Baliğ olan kız birisiyle evlendikten sonra bir diğer kişiyle de evlense ikinci akid sahih değildir.
Sekizyaşında olan bir kızın "Baliğ oldum" şeklindeki ikrarı muteber değildir.
Büyüklük çağında bulunan bir kadın vekili, velisi olmayan bir sahis tarafından evlendirilip mehr-i muaccel (peşin mehir) olarak gönderilen eşyayı kabul etse nikâhı kabul etmiş olur.
Fasid olan şartla kıyılmış olan nikâh bâtıl (hükümsüz) olmaz.
Kâfir olan karı ve koca Islam`la şereflenseler (müslüman olsalar) nikâhın yenilenmesi gerekli değildir.
Şafii mezhebinde olan bir babanın küçük kızını velisi dengi olan Hanefi mezhebinden bir kişiyle evlendirse bu akit sahih olur.
Hanımı müslüman olan kâfir kocaya Islâm teklif olundukda kabul etmese aralarındaki nikâh kaldırılır.
Cinsel ilişki ve halvette (beraber yalnız kalma) bulunmadan önce ölen kocanın hanımı tam mehir alır.
Evli ve hamile olan kadının birinci kocası bilahere ortaya çıkıp, karısını ikinci kocasından ayırsa, kadın doğum yapmadan önce onunla cinsel ilişkide bulunamaz..
Hiristiyan olan bir kadının müslüman olan kocası vefat ettikten sonra, iddet bekleyip başka bir zimmî (Islâm devletindeki yahudi veya hiristiyan) ile evlenmesi caizdir.
Kadın, küçük kızını dengi olmayan birisiyle evlendirse bu nikâh sahih değildir.
Bir kişi kızını evlenmeye namzed gösterip vasîsine (vasiyette bulunduğu kimseye) de kızını evlendirmeyi emretse kızın izni olmaksızın vasî kızı evlendiremez.
Fasid veya bâtıl bir nikâhla evlenen karı-kocadan birisi vefat etse biri diğerine varis olamaz.
Kız "Evliliğe namzettir" deyip, nikâha zorlanamaz.
Koca, karısının emzirdiği kızla cinsel ilişkide bulunsa karısı kendisine haram olur.
Karısının şehvet çağındaki kızı geceleyin korkup kocanındöşeğine girmekle kocanıntenasül uzvu hareketlenir, bazı uzuvları kızın bazı uzuvlarına arada bir engel olmaksızın şehvetle dokunursa, karı kocaya haram olur.
Koca, karısının döşeği zannederek kızının döşeğine girip bedeni bedenine dokunmadan dönüp gitse bu durumda hanımı kendisine haram olmaz.
Babası müslüman olmayan müslüman erkek, Babası müslüman olan kıza denk olmaz.
Koca Islâm`i kabul edip, kadın kabul etmese nikâh devam eder.
Kasden olmayıp, şehvetsiz olarak ayağı kayın validesinin ayağına dokunan kocanın hanımı kendisine haram olmaz.
Kocanın, hanımı ile kayınvalidesinin kız kardeşinin her ikisini nikâhı altına alması çaiz değildir.
Koca, sekizyaşında olan küçük kızını, hanımı zannederek geceleyin şehvetle öpse veya ona dokunsa hanımı kendisine haram olmaz.
Baba, saliha olan küçük kızını dengi olmadığını bilmeden evlendirip, bilâhere duruma vakıf olsa bu nikâhı feshettirebilir.
Bir erkek, kadının bir uzvuna, şehvetle dokunacak olsa, bu kadın, dokunanın oğluna haram olur. Fakat kadının kızı helâldir.
Bulûg çağındaki bakire bir kızı velisi nikâhda cebredemez(zorlayamaz). Nikâh kızın iznine dayalıdır.
Koca, nesebi belli olan karısı için "Kızımdır" dese, karı kocasına haram olmaz.
Bulûg çağındaki kızın huzurunda Babası onu başka birisine nikâhlayıp o da sussa nikâh gerçekleşmiş olur.
Karısının başka kocasının bir diğer karısından olan kızını nikâhlamak caizdir.
Küçük kızın evliliğine velilik konusunda büyükbaba ve anne -baba aynı öz kardeşleri bulunsa, büyükbaba kıza velilik yapar.
Süt kız kardeşinin neseben olan annesiyle evlenmek caizdir.
Annesinin süt kız kardeşiyle evlenmek caiz değildir.
Babasının zina etmiş olduğu kadının kocasından olan kızıyla evlenmek caizdir.
Karısını boşayıp iddeti bittikten sonra karısının kız kardeşini nikâhlamak caizdir.
Kocasının ağzından küfür kelimesi çıkıp bain olarak boşanan bir kadını koca imanını yeniledikten sonra evlenmeye zorlayamaz. (Bain gosama: Iki (Beynunet-i Sugra), veya üç boşama (Beynunet-i Kübra) ile meydana gelen boşama şeklidir.)
Yas bakımından küçük olan karısına "Anamdir" dese kadın kocasına haram olmaz.
Hanımı vefat edince, hanımının üvey annesi ile evlenmek caiz olur.
Karısının ağzından küfür kelimesi çıkıp bain olarak boşandığı zaman, kadına tecdid-i iman (iman yenilemesi) yaptırılır ve nikaha da zorlanılır.
Kadının nikâhında mehir hiç bahsedilmese veya mehre karşı çıkılsa nikâh sahih olur.
Hanımı vefat eden koca bir kaç gün geçtikten sonra, vefat eden kadının kız kardeşini nikâhlasa caiz olur.
Hür dört hanımı olan kişinin birini boşayıp iddeti içinde beşinciyi nikâhlaması caiz değildir.
Yanlış ve kötü tercihi ile meşhur olan kişinin küçük kızını dengi olmayana nikâhlaması caiz değildir.
Bir kaç kadın ile bir odada bulunan kıza erkek "benimle evlenmeyi kabul ettin mi ?" deyip birisi "Ettim" dese, ancak şahidler söyleyenin kim olduğunu bilmeseler, nikah gerçekleşmiş olmaz.
Cinsel ilişkide bulunduğu kadının diğer kocadan olan oğlunun kızıyla evlenmek caiz değildir.
Zina ettiği kadının emzirdiği süt kızıyla evlenmek caiz değildir.
Uzun fasıla ile değişik zamanlarda kadının emzirdiği kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmesi helâl değildir.
Livata (Allah`a sığınırız) (yani erkeği iğfal edenin) edenin, livata ettiği kişinin kızıyla evlenmesi caizdir.
Küçük kızı, velisi olan amcasının, kendi oğluna nikâhlaması sahihdir.
Koca, kayınvalidesinin annesine şehvetle, dokunsa veya onu öpse karısı kendisine haram olur.
Kocanın karısından olan oğlunun, diğer karısının diğer kocadan olan kızıyla evlenmesi caizdir.
Süt kardeşinin kızıyla evlenmek caiz değildir.
Babanın, vefat eden oğlunun karısı ile evlenmesi caiz değildir.
Babanın, vefat eden üvey oğlunun karısı ile evlenmesi caizdir.
Kadının son kocasından olan kızı, daha önceki diğer kocasının diğer karısından olan oğluna haram olmaz.
Küçük kızın annesinden izinsiz olarak, babaannesi küçük kızı evlendirecek olsa nikâh, annesinin iznine bağlıdır.
Boşamış olduğu kadının babaannesi ile evlenmek caiz değildir.
Babaları aynı olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak caiz değildir.
Baba, evlilik çağındaki oğlunun izni olmaksızın herhangi bir kızı ona nikahlasa, ogul duruma vakıf olup red etse, nikâh akdi bâtıl olur.
Boşamış olduğu kadının annesi ile evlenmek caiz değildir.
Anne ve Babası aynı olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak haramdır.
Bulûg çağındaki bakire kız kendini dengi olan erkeğe noksan mehr-i misil (akranlarının mehri) ile evlendirecek olsa, velileri kızın kocasına "Ya mehrini tamamla veya sizi ayırıriz" demeye selahiyetleri vardır.
Zina ettiği kadınla evlenmek caizdir.
Kafirin, kendi müslüman kızını evlendirme konusunda velilik hakkıyoktur.
Küçük kızın velisine "Bu kızı filân adama verelim ne dersin?" denildiğinde, "Siz bilirsiniz" dese bu söz rıza olmaz.
Zimmî olan kişi müslüman olup, hanımı Islâma girmese kocasından boş olmaz.
Zinadan çocuk doğurmus olan kadını, çocuk emzirmek için kiralamakta bir sakınca yoktur.
Ahiret annesi edindigi kadın ile evlenmek caizdir.
Müslüman olan baba bulûg çağındaki kafir kızını "Islam`a gel" diye zorlayamaz.
Alacağı kıza "Kız kardeşim ol" dedikten sonra onunla evlenecek olsa caizdir.
Baba küçük oğlunu evlendirecek olsa çocuk bulûg çağına geldiği zaman tercih hakkını kullanarak nikâhı feshettiremez.
Müslüman adamın, mecûsi kadınla evlenmesi caiz değildir.
Oğlunun süt annesi ile evlenmek caizdir.
Annesinin, anne-baba bir kız kardeşinin kızını nikâhlamak caizdir.
Küçük erkeğin anne annesi onu evlendirecek olsa, bulûg çağına geldiği zaman nikâhı feshettirebilir.
Koca hanımının büyümüş süt kızına şehvetle dokunsa hanımı kendisine haram olur.
Annesinin üvey annesi ile evlenmek caiz değildir.
Birisinin veliliği ile evlendirilen küçük kız baliğ oldukda nikâhı bilmeyip, bir zaman geçip nikâhı öğrenecek olsa tercih hakkını kullanarak kocasının huzurunda şer`i hâkime nikâhı feshettirebilir.
Süt Babasının boşamış olduğu kadını nikâhlamak caiz değildir.
Ölen abisinin hanımını nikâhlamak caizdir.
Kocanınkayın validesi "sen beni şehvetle öptün" diye damadı aleyhine iddiada bulunup damad inkar etse, kayın valide de davasını ispat edemezse kadın kocasına haram olmaz.
Mümeyyiz (doğruyu yanlıştan ayırabilen) olan küçük kız velisinin izni olmaksızın evlenecek olsa bu nikâh sahih değildîr.
Karısının süt annesini nikâhlamak caiz değildir.
Mümeyyiz olan küçük erkek velisinin izni olmaksızın kızı nikâhlasa, akit geçersizdir.
Aralarında nikah mevcut iken kadın "mehr-i müeccel (tehirli mehir)imi şimdi ver" diye kocasını zorlayamaz.
Oğlunun hanımının diğer kocadan olan kızını nikâhlamak caiz olur.
Kadın memesini küçük çocuğun ağzına koysa fakat emip emmediğini anlayamasa sütten dolayı haramlılık gerçekleşemez.
Boşama veya ölümle ödenmesi gerekli olan mehirin tecili sahih değildir.
Annesinin veliliğiyle evlendirilen küçük kız bulûg çağından önce vefat edecek olsa kocası varis (mirasçı) olur.
Annesinin anne-baba bir olan halası ile evlenmek caiz değildir.
Kadının diğer kocadan olan oğlunu, son kocasının diğer kadından olan kızıyla evlendirmek caizdir.
Süt kız kardeşleri nikâhı altına almak caiz değildir.
Kadının ağzından küfür kelimesi çıkıp, imanını yeniler, fakat nikahını yenilemeden kocası vefat edecek olsa kadın kocasına varis olamaz.
Mehr-i misli (akranlarının merhi)`yle dengi olanla evlenen bulûg çağındaki kızın nikâhını velisi feshettiremez.
Koca karısıyla, karısının anne-baba bir kardeşinin kızını nikahı altında bulunduramaz.
Dengi olmayanla evlenen büyük kızı çocuğu olmadan velisi ayırabilir.
Iki kadının karşılaştıkları veya ayrılacakları zaman birbirlerini şehvetle öpmeleri tahrimen mekruhtur.
Bakire olmak üzere alınmış fakat dul çıkmış kadın boşansa, nikah akdinde belirlenen mehir (mehr-i müsemma) gerekli olur.
Baba, bulûg çağında olan deli kızını evlendirecek olsa akit sahih olur.
Koca ric`î olarak boşadığı hanımını iddet süresi içinde mehir belirleyerek nikâhlasa bu mehir vacib olmaz. (Ric`î Boşama: Hanımla cinsel ilişkide bulunduktan sonra yapılan açıkça veya işaretle üç adedine veya bir karşılığa binaen olmayan, bain boşamaya benzer bir boşama özelliğiyle belirlenmiş veya ona benzetilmiş olmayan boşamadır.)
Karı-koca bir arada bulunup, cinsel ilişkide bulunmaya bir engel yok iken, ilişkide bulunulmadan boşanılan kadın için mehrin tamamı gerekli olur.
Nikâh akdinde belirlenen mehrin miktarında ihtilaf olunsa ancak kadın miktarı ispat etse mehrin tamamını alabilir.
Her iki tarafın delilleri mevcut olmakla beraber mehrin miktarında ihtilaf olunup, mehr-i misil kocasının dediğine müsait olsa, kadının delili daha geçerlidir.
Nikâh aralarında mevcut iken, başka bir mehirle nikâh yenilenecek olsa ikinci mehir gerekli olmaz.
Küçük kız, bir başka küçük kızın tenasül uzvuna değnek sokup bekâretini izale etse (bozsa) mehr-i misil (akranlarının mehri) gerekli olur.
Koca, karısı üzerine nikâhla bir arada bulundurulması haram olan bir kadını alıp cinsel ilişkiden önce ayrılacak olsalar mehir gerekli olmaz.
Koca, cinsel ilişkide bulunduğu kadını baskı yaparak boşayacak olsa nikâh akdinde belirlenen mehri kadına vermesi gerekli olur.
Sekizsaatlik mesafede yakın velisi bulunan küçük kızı, uzak velisi izinsiz evlendirecek olsa nikâh akdi geçerli olmaz.
Koca vefat edip hanımı ile varislerin mehir miktarında ihtilaf (münakaşa) edecek olsa, hanım iddiasini ispatlayamaz, ancak vârisler delil getirseler kabul edilir.
Zengin adam, rızasıyla evlendiği dul kadının nafaka ve giyimini temin ettiği halde kadın; "Devamlı içiyorsun, ben sana denk olamam" diyemez.
Erkek, kendine haram olduğunu bildiği halde kadını (veya kızı) mehir belirleyerek nikâhlayıp cinsel ilişkide bulunsa erkeğe ta`zir cezası verilmekle birlikte akitle belirlenen mehir ile akranlara verilen mehirin en azı gerekli olur. (Ta`zîr: Hakkında muayyen bir ceza bir şer`i had mevcud olmayan suçlardan dolayı tertip ve tatbik edilen terbiye ve cezadan ibarettir.)
Vefat eden kadının kocasının zimmetinde bulunan mehri terekesine (miras bıraktığı mallara) katılarak varislerine taksim olunur.
Bain olarak boşadığı kadını iddet süresi içinde mehir belirleyerek nikahlayan ve cinsel ilişkiden önce boşayan kocanın belirlenen mehri vermesi gereklidır.
Koca, karısının çocukları ve anne-babalarından başka yakınlarını senede bir kereden fazla evine gelmelerini yasaklayabilir. (Yasaklıyamiyacağına dair fetva da vardır.)
Kadın, kocası vefat ettikten sonra dengiyle evlenecek olsa büyük oğlu zifaf gecesi annesinin evini taslasa oğluna ta`zir cezası verilir.
Vefat eden müslüman kocanınhiristiyan karısı, nikah akdinde belirlenen mehri kocasının miras bıraktığı maldan alabilir.
Erkek yabancı bir kadını uyutup bekâretini izale etse (bozsa) erkeğe ta`zir cezası ile, kadına mehr`i misil vermesi gerekir.
Kocâ kadını nikâhladığı yerde "Evim yandı, kiralar yüksek" deyip kadını yolculuk mesafesinden uzak (90 km.den fazla) bir yere götüremez.
Koca, küçük kızı nikâhlar bilâhere, velisi duruma vakıf olur, kabul etmeyip red etse, daha sonra koca küçük kızın annesiyle evlense, caizdir.
Cinsel ilişkide bulunmadan boşamış olduğu kadının annesiyle evlenmek caiz değildir.
Küçük kızın yakın velisi mevcut iken, uzak velisinin akdettiği nikâh geçerli değildir.
Kocanın ihtiyaçlarını görmeye elverişli olmayan küçük kızın Babası, kızını kocasına teslim etmeden peşin mehri isteyebilir, alabilir.
Baba küçük kızını, başka bir adamın küçük oğlu ile evlendirdikten sonra koca vefat edecek olsa kadın,` mehir ve miras hakkını alabilir`.
Kadını, evinden dışarı çıkarmamak şartıyla mehr-i mislinden daha az bir bab ile nikâhladıktan sonra, koca karısını o beldede bulunan evine götürmek istese kadın belirlenen şarta binaen itiraz edemez.
Cinsel ilişki ve halvette (beraberce yalnız kalma) buluninadan önce vefat eden karısının diğer kocadan olan kızını nikâhlamak caizdir.
"Alıp alacağım boş olsun" diyen kişi bilâhere evlenip, kadınla cinsi münasebette bulunsa, karısı, boş olup mehr-i misil ile nikah akdinde belirlenen mehrin yarısını almaya hakkı vardır.
Küçük kızı nikâhlayan, kızın peşin mehrini Babasına vermeden kızı alamaz.
Cinsel ilişki ve şehvetle dokunma bulunmayan fasit nikah da, hürmet-i müsahere (akrabalıktan kaynaklanan haramlık) gerçekleşmiş olmaz. (Sahih nikahda gerçekleşir). (Fasid Nikâh: Sihhat şartlarını bulundurmayan nikâhdir. Sahidsiz kiyılan nikâh gibi.)
Nikâhlamış olduğu kadını, kocanınyakınlarından birisinin kocadan izinsiz olarak onu başka bir beldeye götürmesi caiz değildir.
Fasid nikâhda cinsel ilişkide bulunmadan önce ayrılan kadın mehir alamaz. Cinsel ilişkiden sonra ayrılacak olsa akitte belirlenen mehir ile akranlarının aldığımehir değerinden daha az bir miktar alabilir.
Iki hanımı olan kocanın, hanımları arasında adalet ve eşitliği sağlaması vacibtir.
Kocanın, ortalıkdan kaybolup uzun süre başkası ile zina etmiş olan karısının geri gelip onunla izdivaçta bulunması caizdir. (Fetevây-i Abdürrahim)
Erkek nikâhlayacağı kadına nişan olmak üzere bir takım eşya verip, eşya kadının elinde mevcut iken erkek evlenmekten vazgeçecek olsa eşyayı geri alâbilir.
Kadının başka bir beldede bulunan kocasının mürted olduğunu (Dinden çıktığını) adaletli bir kişi haber verip kadın da inanacak olsa, iddeti bittikten sonra başkasıyla evlenebilir.
Erkeğin nişanlısına verdiği nişan kaybolup nişanlısı da vefat edecek olsa kadının terekesinden masraflarını alamaz.
Koca "Kayınvalidemizle zina ettim" diye ikrarda bulunsa hanımı kendisine haram olur.
Koca "Zina ettim" diye ikrar ettiği kadının annebaba bir kardeşinin kızıyla evlenebilir.
Koca karısının sarmısak yemesini yasaklayabilir.
Koca "Ben karımın kız kardeşi ile zina ettim" diye ikrarda bulunsa karısı bain olarak boş olmaz.
Koca, karısını annesi yanında bırakıp bir beldeye gittikten sonra kadın kendi annesinin evine gitse kocanınannesi, kadını "Benim yanima gel" diye zorlayamaz.
Şehvetle dokunduğu kadının kızını nikâhlamak caiz değildir.
Cinsel münasebette bulunamayan hasta hanımını halvetten sonra boşayacak olsa kadın nikâh akdinde belirlenen mehrin yarısını alır.
Erkek; ince don üzerinden ayağını yabancı kadının ayağına sürüp harareti hissettikten sonra erkeklik uzvu harekete geçeçek olsa hürmet-i musahare gerçekleşmiş olur.
Hasta olan kadının doktor ücreti kendi üzerine gereklidır.
Alım olan zatın kızına, cahil kişi denk olmaz.
Kadın kocasının diğer karısından olan oğlu uyurken şehvetle erkeklik uzvuna dokunacak olsa kadın kocasına haram olur.
Karı koca oturdukları evi boşandıktan sonra herbiri "benimdir" diye dava etseler, kadının delil getirmesi gerekir, aksi halde söz erkeğindir.
Baba, oğlunun hanımını şehvetle öpse bu kadın kocasına haram olur. (Fetevay-i Abdürrahim)
Neseben kardeşinin süt kız kardeşini nikâhlamak caizdir.
Kadın "Kocamın diğer karısından olan oğlunu şehvetle öptüm" deyip koca inkâr etse sırf kadının bu iddiasina bakılarak kocasından ayrılamaz.
Koca, karısını iyi komşular arasında diledigi yerde iskân ettirebilir.
Kız annesinin kıydırdığı nikâhı, bulûg çağına geldiği zaman şer`i hakime feshettirebilir.
Süt oğlunun cinsel ilişkide bulunup boşamış olduğu kadını nikâhlamak caiz değildir.
Anne-baba bir olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak caiz değildir.
Kız, halasının kıydırdığı nikâhı bulûg çağına gelince feshettirip. başkasıyla evlenebilir.
Kız kardeşinin emzirdiği kız ile evlenmek caiz değildir.
Halasının veya teyzesinin kızıyla evlenmek caizdir.
Süt kızkardeşlerinin, birinin kızıyle diğerinin kız kardeşini nikâhı altına almak caizdir.
Annesinin üvey annesini nikâhlamak caizdir.
Nikâh, mehir belirlenmeksizin kıyıldıktan sonra rızalaşma olmaksızın karıkocadan biri vefat etse veya halvetten sonra boşanacak olsalar kadın mehr-i misil (emsallerinin mehri kadar) alabilir.
Annesinin emzirmiş olduğu erkek çocuğun neseben kız kardeşini nikâhlamak caizdir.
Kadının, kocasından olan kızını, diğer kocasının diğer karısından olan oğluna nikâhlaması caizdir.
Neseben kız kardeşini emziren halasının kızının kızını nikâhlamak caiz olur.
Hanımının kız kardeşinin kızını hanımı ile beraber nikah altına almak caiz değildir.
En az mehir on dirhemdir. (Bir dirhem yaklaşık üç gramdir)
Hanımının vefat eden Babasının diğer karısıyle hanımını nikâhı altına almak caizdir.
Hanımının Babasının kız kardeşinin kızını hanımı ile nikâhı altına almak caizdir.
Nikâh mevcut iken karı-koca rıza ile mehiri artırsalar ilâve ettikleri miktar gerekli olup kadın bunu da isteyebilir.
Karısı ile, kayınpederinin anne-baba bir kız kardeşini beraberce nikâhı altına almak caiz değildir.
Ev, bahçe, eşya mehr-i muaccel (peşin mehir) olarak nikâh kıyılsa bunları kadına vermek gerekli olur.
Hanımı ile onun erkek kardeşi veya kız kardeşinin kızını beraberce nikâhı altına almak caiz değildir.
Nikâhlamış olduğu kadın, daha önceki karısının süt annesi olsa derhal kadın kocasından ayrılır.
Cinsi münsebetten ve halvetten önce boşama olursa, kadın belirlenmiş olan peşin mehrin yarısını alabilir.
Cima organı kapalı olup cinsel ilişkide bulunmak mümkün olmayan kadınla evlenip, halvetten sonra boşayacak olsa mehrin yarısını kadına vermek gereklidır.
Cinsi münasebetten acız olan, karısını boşayacak olsa kadın mehrin tamamını alabilir.
Müslüman çocuğu süt emmek için hiristiyan kadına vermekte bir sakınca yoktur. (Behçet`ül-Fetâvâ)
Kadın kendine verilmesi gereken peşin mehri tastamam almadıkça kendini kocasına teslim etmeyebilir.
Kadın kocasıyla yolculuk mesafesinden uzak bir yere kendi rızasıyle gidecek olsa akrabası engel olamaz.
Koca karısını zorla, yolculuk mesafesinden uzak bir yere götürse, kadın durmayıp bir mahremi (kendine nikâhı düşmeyen) ile beldesine dönebilir.
Koca karısını, annesi ve Babası ile beraber bir evde iskân ettirse kadın "Beni kapısı başka olan bir evde iskân ettir" diyebilir.
Kadın ortağı (kumaşı) ile birlikte bir evde durmak istemiyebilir. Ancak evin kapısı ve istifade edilen bölümleri başka olursa böyle bir istekte bulunamaz.
Cinsi münasebetten aciz olan bir adamın boşadığı kadının iddet beklemesi gereklidır.
Koca. karısının her Cûma günü anne ve Babasıyla bir kere görüşmesine engel olamaz. Fakat her gün görüşmesini ve geceleri onların yanında kalmasını engelleyebilir.
Kabristanlığı ziyaret etmek isteyen kadına kocası engel olabilir.
Kadın kocasını "Çocuk doğumiadım, beni boşa" diye zorlayamaz.
Karı-koca sakın oldukları evin erkek ve kadınlar için elverişli olan eşyalarında münakaşa edip davalarını ispat için ellerinde delil bulunmasa kocanınsözü dinlenir.
Karı-kocanınsakın oldukları evin kadın ve erkek için elverişli olan eşyalarında koca vefat ettikten sonra kocanın varisleri, karısı ile münakaşa edip delilleri bulunmasa, kadının sözü dinlenir.
Koca vefat ettiği zaman. kadınlara mahsus eşyada ölen kocanın karısı yemini ile birlikte tasdîk olunur. Erkeklere mahsus eşyada ise kadının delille ispatta bulunması gereklidır.
Koca evine getirdiği yapagiyi karısına "Bundan bez ve kilim yap, beraber kullanırız" deyip kadın bez ve kilim yaptıktan sonra vefat edecek olsa, koca varislere malın piyasa değerini verip o bez ve kilimi kendi zimmetine geçirebilir.
Kadın nikahın fasit, koca sahih olduğunu iddia etse söz kocanındir.
Kadın, kızı ile başka bir erkek çocuğu emzirecek olsa, kadının diğer kızı emen erkek çocuğa haram olur.
Süt annenin oğlunun veya kızının kızını nikâhlamak caiz değildir.
Kadın, ortağının (kumaşının) kendi kocasından olan oğlunu emzirse, ortağın diğer kocadan olan oğlu emziren kadının kızını nikâhlayabilir.
Kadının emzirdiği kızının kızını kadının diğer kızının oğlu nikâhlayamaz.
Cinsel ilişkide bulunmayıp boşadığı karısının süt annesini nikâhlamak caiz değildir.
Anne-babaları bir olan kız kardeşinin kızını emziren kadının kızını nikâhlâmak caizdir.
Süt annesinin neseben kız kardeşini nikâhlamak caiz değildir. ·
Oğlunun süt annesinin kızını nikâhlamak caizdir.
Koca, karısı ile karısının süt kardeşinin kızını nikahı altında cemedemez.
Kadının peşin mehri olan eşya verildikten sonra cinsi münasebet ve halvetten önce koca vefat etse varisleri eşyayı mirasa iddia edemezler.
Neseben kız kardeşinin süt kızını nikâhlamak caiz değildir.
Nikâh akdinde peşin mehir konu edilip cins ve miktarı belirlenmese kadın mehr-i misil (akranlarının aldığımiktarı) alır.
Kadın oğlu ile diğer şahsın kızını emzirdığını haber verip adalet sahibi ise oğluna o kızı nikahlaması caiz değildir.
Erkek ve kız evlenmeyi kasdedip yabancı bir kadın "Bunlar birbirinin süt kardeşidir" diye ihbarda bulunsa bu kadın adıl olmayıp, erkek ve.kız bu kadını yalanlasalar erkek bu kızı nikâhlayabilir.
Süt konusunda iki kadın şahitlik yapsa süt gerçekleşmiş olmaz.
Koca karısının üzerine başka bir kadını nikâhlayıp karısı "Ben onu süt süresinde emzirmiştim" dese süt sabit olmaz.
Evlendikten sonra hanımlarının süt kardeş oldukları ortaya çıkacak olursa araları ayrılır.
Koca ve kadın halvette bulunup koca bağlı olmakla cinsel ilişki meydana gelmediğinden boşanacak olursalar kadın tam mehir alır.
Veliden başkasının gerçekleştirdigi nikahı cinsel ilişkiden sonra veli feshedecek olursa kadın akitte belirlenen mehrin tamamını alır.
Kadın "Beni boşarsan mehrimi sana hibe ettim" deyip koca da boşayacak olursa, kadın yine mehrini alabilir.
Üzerine akit yapılan para cinsi değer kaybetse, akit yapıldığı gündeki kıymetin verilmesi gereklidır.
Hangi tür para cinsi üzerine mehir konuşulursa o cinsten kadına ödeme yapılır.
Erkek nişanlısına gönderdiği eşyayı geri alacak olsa, kadın da gönderdiği eşyayı -mevcut ise- geri alabilir.
Vefat eden kadının varisleri kadının mehrinde ziyade olduğu davasını ispat etseler, iddia ettikleri mehri alabilirler.
Karı-koca, mehirin miktarında münakaşa edip ispatta bulunsalar mehr-i misil hangisinin davasına uygun ise onun delili daha kuvvetli görülür.
Kayınbaba "Gelinime gönderdiğim eşya peşin mehir ve ariyet geçici süre istifadelenmek için idi" diye davada bulunsa, peşin mehir olma delili kuvvetli görülür.
Koca peşin mehrini ödediği hanımını yolculuk mesafesinden (90 km`den) uzak bir yere götüremez. (Yani kadın istemese götüremez)
Karısının evinde evlenen cinsel ilişkide bulunan ve peşin mehrini veren koca karısını aynı beldedeki kendi evine nakledebilir.
Kocanınpeşin mehrini vermiş olduğu kadın yolculuk mesafesinden uzak bir beldeye kaçıp, başkasıyla evlenecek olsa, kocanıno beldeye gidip karısını ayırarak kendi beldesine getirmesi caizdir.
Koca, karısının anne ve Babası kendi evine geldikçe, karısını şeriat disi işleri isletmek veya bozguncu kişiler olduklarından bozgunculuk yapacak olursalar bunların ziyaretini yasaklayabilir.
Kocasından izinsiz sokaklarda gezen kadını kocası dövecek olsa kocaya bir şey gerekmeyip, kadına ta`zir cezası verilip ve yasak konulur. (Fetevây-i Âbdürrahim).
Koca karısını "Yemek pisireceksin" diye zorlayamaz. (Fetevây-i Abdürrahim)
NİŞAN, NİŞANLANMA
Evlenme isteği üzerine verilen söz ile yapılan akit ve merasimler.
Nişan merasimi nikah sayılmaz. Evlenecek kadınla erkeğin birbirini daha iyi tanımaları, eksiklerin tamamlanması, öğrenim ve askerlik gibi bir kısım engellerin aşılması, resmî bazı formalitelerin tamamlanması, belli bir zaman tahsisini gerekli kılar. Yani söz kesilir kesilmez, hemen nikâh akdi yapmak çoğu zaman mümkün olmaz. İşte, sözle nikâh arasında geçen bu döneme "sözlülük veya nişanlılık" denir. Arapçada "hutbe" kelimesiyle ifade edilen bu müessese, sözlükte; kız istemek, söz vermek, söz kesmek ve nişanlanmak anlamlarına gelir.
İslâm`da, ömür boyu beraber yaşayacak olan eşlerin, evliliğe karar vermeden önce gereken tedbirleri alması, iyi düşünmesi gerekmiş ve bunun için de evleneceklerin görüşmesi âdet hâline gelmiştir. Ancak nişanlıların nikâhtan önce birbirlerine haram olduklarından dolayı görüşüp konuşmaları, beraber gezmeleri veya sohbet etmeleri caiz değildir.
Evlenecek eşlerin daha önceden birbirlerini görmeleri mümkün ve caizdir. Bakılacak yerler ellerle, yüz ve ayaklardır. Muğîre (r.a) bir kadınla evlenmek istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine: "O kadına bak, çünkü bakmak yıldızınızın barışması için daha uygundur" buyurmuştur (Tirmizî, Nikâh, 5). Yine Allah`ın Elçisi, Ensar kadınlarından biriyle evlenmek isteyen bir sahâbiye; "Git ve ona bak, zira Ensar kadınlarının gözlerinde bazı göz kusurları bulunabilir" (Müslim, Mesâi)
İslâm dini dünürcülük safhası ile ilgili bazı düzenleyici hükümler getirmiştir. Bu yüzden, kadın, dünürcülere müsbet cevap vermiş, söz kesilmiş, nişan yapılmışsa, artık bu kadına bir başka erkek dünür gönderemez. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz din kardeşinin dünürlüğü üzerine dünürlük göndermesin. Ta dünür gönderen ondan önce vazgeçinceye yahut kendisine izin verinceye kadar" (Buhârî, Nikâh, 45). Teklif kadın tarafından reddedilmişse, bu takdirde ikinci bir isteme caizdir. İlk teklif sahibi, ikincisine izin vermişse, bu takdirde ikinci teklif serbesttir.
İslâm hukuku, nişanlıları evlenmeye mecbur etmemiştir. Ancak meşrû bir sebep olmaksızın nişanı bozmak mekruh veya haram sayılmıştır. Nişanın bozulması halinde, daha önce mehir verilmiş ise, bunun iâdesi gerekir. Nişanlıların birbirlerine verdikleri hediyelere gelince... Bu konuda hîbeden dönme hükümleri uygulanarak, bunlar mevcutsa aynen iade edilir. Kullanılmış ve artık mevcut değilse birşey gerekmez. Şâfiîlere göre, hediyeler duruyorsa aynen, kullanılmış ve yokolmuşsa bedeli bakımından iade edilirler. Mâlikîlere göre ise, nişanlanma ve evlenme örf ve âdetin çok rol oynadığı bir saha olduğu için, hediyeler konusunda o beldenin örfüne uyulur. Örf kaidesi yoksa ve nişanı erkek bozmuş olursa, kadın verilen hediyeleri iâde etmek zorunda değildir.
NİŞANDA NİKÂH
Nişanlandığımızda, bölgemizdeki âdet gereği dinî nikâhımızı da yaptırdık Düğünde tekrar dinî nikâh yaptırmamız gerekir mi?
Şer`î ölçüleriyle kıyılmış bir nikâhın, nişanda olması ile düğünde olması arasında bir fark yoktur. Nikâh nikâhtır. Artık nikâhlılar birbirleriyle istedikleri gibi görüşür ve ilişki kurabilirler. Ancak günümüzde böyle bir nikâhın mahzurlu yönleri de vardır. Bir önceki sorunun cevabında bu mahzurlara değinmiştik.
NİŞANLANDIĞI KIZLA OTURUP KALKABİLİR Mİ? NİŞAN NİKAH YERİNE GEÇER MI?
Nişan birbiriyle evlenmeye namzet olan kimseler için va`d bir sözden ibaretdir.Nikah değildir. Nikahlılar için mübah olan şey asla nişanlılar için mübah olamaz. Nişanlılar nikah olmayınca yabancıdırlar. Peygamber (sav) şöyle buyurur:``Bir erkekle bir kadın yalnız olarak bir araya gelirlerse mutlaka onların üçüncüsü şeytandır.`` Böylece yalnız olarak bir araya gelmeleri haram olmuş oluyor. Nice nişanlılar nişanları bozularak ayrı ayrı kimselere varmışlardır. Bunun için nişanlıların ciddi davranmaları ve İslam`ın yasakladığı hududu aşmamaları gerekir.
NİYYET YÖNÜNDEN KIRAAT
Imâm Birgivî öğretmede, imamette ve müezzinlikteki zarureti ve bu zaruretten dolayı bunlara ücret almanın câiz olabileceğini açıkladıktan sonra şöyle der :"Hiç bir kitapta, Kur`ân-ı Kerim okuma karşılığındaki ücretin ve bu yolla başkasına sevap göndermenin câiz olduğu zikredilmediğine göre bu, nehyedilenler cümlesinde kalmaktadır... Okuyan da bu okuyuşla bir sevabı hak edemez. Zira okuyuşunda bu niyyet yoktur. "Ameller niyyetlere göredir." hadîs-i serîfine binaen de, amellerin ancak niyyetle sevaba vesile olacaklarında icma vardır." (Imam Birgivî, Serh`u-hadîs-i erba`în, s. 74.)
Molla Hüsrev de, E1-Muhît`ül-Burhân` î adlı kitabının Kitabu`I-Istihsân`indan naklen :"Başlarken niyyet sadece Allah için olmak üzere, şartsız alınan mal mübah olmalıdır. Zira bu, verileni isteyerek ve bir akid olmaksızın vermektir." (Molla Hüsrev, N/233 Ibn Âbidîn, Şifâ`ul-alîl s. I79) diyorsa da, okunan hatimlere ücret verilmesi âdet halini alan bir memlekette, sonunda mutlaka bir ücretle karşılaşacağını bilmeden, bunu düşünmeden, ya da daha olumlu bir bakışla, okuyuş sebebleri arasında tâlî de olsa bu da bulunmadan okuyabilenlerin olması, cidden nâdir bir olaydır.Diğer yönden bir ibadete niyyet, muhtelit (katışık) bir halde de bulunabilir. Yani, herhangi bir amele götüren duygu ve dürtü, hem Allah rızası, hem de sair dünyevî menfaatler olabilir. Bu nokta, niyyetin belirlenmesine yarayan çok hassas bir noktadır. Öyle ki insan bazan kendisini bile kandırabilir. Onun için bu noktanın iyi tesbit edilmesinde fayda vardır. Niyyet, bir ise başlarken, sırf ben bunu şunun için yapıyorum, demek değildir. Hattâ sahîh bir niyyet olsun diye, Allah rızası için yapmış olayım şeklinde aklından geçirmek de değildir. Niyyet, işin aslında, başlanılan işe sebep, bâis, yani dürtü teşkil eden duygu ve maksattır.Işte böyle karışık niyyetle başlanılan amel makbûl mü, yoksa merdût mudur? Ibnü Abdis-Selâm, böyle karma bir niyyetle başlanılan amelin mutlak surette merdut olduğu kanaatindedir. Imâm Gazâlî ise, bunu bir ayırıma tâbî tutar :"Bir amele götüren niyyette ortaklık (yani birden çok maksat) varsa bakılır. Eğer dünyevî maksat niyyetin çoğunluğunu teskil ediyorsa, böyle bir amelde herhangi bir uhrevî ecir yoktur.Niyyetteki çoğunluğu dînî maksat teşkil ediyorsa, karşılığında nisbetine göre ecir vardır.Niyyetin her iki kanadı eşitse, birbirlerini sıfırlayacaklarından yine herhangi bir ecir söz konusu değildir." (Gazalî, Ihyâ IV/296; Ibn Âbidîn, Şifâ`ul-alîl, s. I71.)
Fakat Ibn Abidîn`in şu izahını da göz önünde bulundurmak gerekir :"Ahiretle ilgili ameller iki kısımdır : Birincisi bizzat kastedilmiş bir kurbet olan ibadetler: Namaz, oruç, Kur`ân okuma, tesbih, hac ve benzeri bir gruba girer. Bunlardan ücret almak câiz değildir. Çünkü bunlar ancak ve ancak ibadet vasfıyla Allahu Teâlâ`ya has olmak üzere teşri edilmişlerdir. Bunlarla dünyanın kastedilmesi, mevzuu alt üst çevirmek olur. Ikincisi, birincilere bir vesile ve âlet olan ibadetlerdir: Öğretme, imamlık ve benzerleri gibi... Bunlarda niyyet Allah için olduğu takdirde, bunlar kurbet olurlar ve sevaba vesile bulunurlar." (Ibn Âbidîn, age, s. l78.)Bu izah Imam Gazâlî`nin ifadesini tamamlar mahiyettedir.
NÜŞÛZ(KADININ KOCASINA İTAAT ETMEMESİ)
Geçimsizlik çıkarma; serkeşlik yapma; kocaya karşı itaatsizlik etme; Kadının kocasına karşı buğz edip asî olması anlamında bir İslam hukuk terimi. Arapça bir mastar olup, itaatsiz kadına "naşize" denir.
Evlilikte eşlerin karşılıklı uyum içinde olması gerekir. Ayet ve Hadislerde karşılıklı hak ve görevler belirlenmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Erkeklerin kadınlar üzerinde meşru hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler onlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler" (el-Bakara, 2/228). Şu ayette, eşler arasında iyi geçim istenir:
"Onlarla iyi geçinir, eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah Onda bir çok hayır takdir etmiş olur" (en-Nisâ, 4/19).
Kadın peşin konuşulan mehrini alıp, kocası onun nafakasını sağladığı sürece, kocasının meşru emirlerine uymak zorundadır. Ancak bu itaat kadının, kocasının her türlü emrine uyacağı anlamına gelmez. Kadına, ahlâk ve âdâba aykırı veya İslam`ın kendisine tanıdığı hakları ihlâl edici emirler verilirse, onun itaat borcu, ortadan kalkar. Hz. Peygamber (s.a.s);
"Allah`a isyan söz konusu olan yerde kula itaat yoktur" (Buharî, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39) buyurmuştur. Ay hâli olmadığı zaman, kocasının cinsel isteklerine boyun eğmesi de bu itaatın kapsamına girer" (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, II, 334; el-Cassâs, Ahkâmül-Kur`ân, thk. Muhammed es-Sâdık, Dârul-Mushaf, Kahire t.y., II, 68 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid Mısır t.y., II, 46 vd.; el-Fetâvâl-Hindiyye, Mısır 1310/1892, I, 556 vd.).
Kadının kocasına karşı itaatsizliği halinde izlenecek yol Kur`an-ı Kerim`de şöyle belirlenir. "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; önce onlara öğüt verin, vazgeçmezlerse, yataklarında yalnız bırakın; yine yarar sağlamazsa hafifçe dövün " (en-Nisâ, 4/34). Bu ayet kocaya, karısını te`dip hakkı vermektedir. Kocasının meşru isteklerine uymayan ve itaat dışına çıkan kadına kocası önce;
1. İhtar eder, öğüt verir, onu ikna etmeye çalışır, bundan bir sonuç alınamazsa.
2. Kadını yatağında, yani odasında yalnız bırakır. Bu da yarar sağlamazsa,
3. Koca karısını bir çeşit disiplin cezası olarak te`dib edebilecektir. Ancak koca, karısını bedenini iz bırakmayacak şekilde te`dib edebilir.
Kocasının karısını te`dib hakkı yalnız İslâm`a özgü bir hak değildir. Klâsik kilise hukuku, haklı bir sebep olunca kocanın karısını hafifçe dövebileceğini kabul etmiştir. 12 ve 13. yüzyıllarda Fransa`da koca, karısını yaralamamak şartıyla dövebilirdi. 18 Ağustos 1882 tarihli kanundan önce İngiltere`de de kocanın, karısını te`dib hakkı vardı.
Koca, karısına söz ve fiille güzel muamele etmeye, kadın da ona karşı aynı şekilde davranmaya mecburdur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım " (İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimi; Nikah, 55). Eşlerin birbirine iyi muamelesi müstehaptır. (el-Kâsânî, a.g.e., II, 334). Karısının rızası olmadan kocasının çocuk yapmamak için korunması mekruhtur. Çünkü kadının, çocuk üzerinde hakkı vardır. Burada azlin mekruh oluşu Ebû Hanife`ye göre çocuğu koruma, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre şehvette eksiklik meydana getirdiği içindir (el-Kasânî, II, 334, 335).
Kadına iyi muamelenin kapsamına, hakkı olanı geciktirmeden vermek girer. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür" (Buhârî, Havâle, I,II, İstikrâz, 12; Müslim, Müsâkat, 33; Ebû Dâvud, Buyû, 10; Tirmizî, Buyû, 68; Nesâî, Büyü`,100,101; İbn Mâce, Sadakât, 8). Yine iki eşi rızaları olmadıkça bir meskende toplamamak gerekir. Çünkü bu, aralarında düşmanlığa ve rekabete sebep olur. Yine bir eşle, diğer eşin yanında cinsel ilişkide bulunmak da ona karşı saygısızlık ve kötü muamele anlamına gelir.
Eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanma hakları vardır. Eşlerin birbirinden cinsel birleşme isteme hakları vardır. Hanefi ve Şâfiilere göre kocanın evlilik süresinde karısı ile bir defa cinsel birleşmede bulunmuş olması, hukuken yeterli sayılır. Evlilik kocanın iktidarsızlığı nedeniyle amacına ulaşamamışsa kadının evliliği feshettirme hakkı vardır. Birden çok cinsel birleşme ise evliliğin devamını sağlaması bakımından gerekli görülmüştür.
Şâfiîlere göre, bir defa cinsel birleşme vacib olur. Çünkü bu kocanın hakkıdır. Bundan sonrası, kiralanan evi oturmadan kendi haline bırakmak gibi, kadını da bırakmak caiz olur. Çünkü cinsel birleşmeye davet eden şehvet ve muhabbettir. Bunu ise vacib kılmak mümkün olmaz. Ancak kadını cinsel konuda başı boş bırakmamak müstehap olur: Hz. Peygamber (s.a.s), Abdullah b. Amr b. Âs (r.a)`a şöyle buyurdu: "Sen gündüzleri oruç mu tutuyorsun? ; Evet dedim ". "Geceleri ibadetle mi geçirirsin?", Evet dedim ". Bana gelince; oruç tutarım, tutmadığım da olur. Namaz kılarım, uyurum da. Kadınlarla cinsel temasta da bulunurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir" (Buhârî, Nikâh,I; Müslim, Nikâh, V; Nesâî, Nikâh, IV; Dârimi, Nikâh, III; Ahmed b. Hanbel, II, 158). Çünkü kadın bu konuda başı boş bırakılırsa fitne ve fesada yol açmasından korkulur (ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmi ve Edilletüh Dımaşk, 1405/1958, VII, 105, 106).
Hanbelilere göre, kocanın karısı ile özür bulunmadıkça en az dört ayda bir defa cinsel temasta bulunması gerekir. Çünkü "ilâ" yemini için belirlenen süre bu kadardır (bk. el-Bakara, 2/226-227). Diğer yandan eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanması karşılıklı haktır. Nikâh eşlerin maslahatı için meşru kılınmıştır. Şehvetin teskin edilmesi de bu maslahata girer. Cinsel birleşme olmaksızın özürsüz dört aydan fazla bir süre geçerse, eşlerin isteği üzerine araları ayrılabilir. Burada "İlâ"ya kıyas yapılmıştır (bk. el-Buhûtî, Keşşâful-Kınâ`, Matbaatül- Muhammediyye, V, 214; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 106, 107).
Eşler arasında geçimsizlik uzar ve yukarıdaki ayette belirlenen tedbirlerden bir sonuç alınmazsa, bir sonraki ayette "hakeme başvurma" yöntemi öngörülür. Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, o zaman kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak eder" (en-Nisâ, 4/35).
Bu ayette hitap, hâkimleredir. Koca geçimi sağlamaya muvaffak olamamışsa, eşlerden birinin hâkime başvurarak hakem tayinini istemek hakkı doğar. Hakemlerin hısımlardan seçilmesi daha uygundur. Çünkü tarafları tanır, geçimsizlik sebeplerini bilir ve ara bulması kolaylaşır.
Hakemlerin görevi yalnız arabuluculuk mudur? Yoksa boşama yetkileri var mıdır? Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel`e göre, eşler özel yetki vermedikçe hakemlerin boşama hakkı yoktur. Çünkü onlar vekil durumunda olup, verilen yetki dışına çıkamazlar. Ayette hakemlerin yetkisi ise "islâh" tan ibarettir. Ancak eşler hakemlere özel yetki vermişse bu takdirde boşamaları mümkündür.
Osmanlı Devleti uygulamasında hakem usulü ile boşama yayılmamıştır. Çünkü hâkimler başvuru halinde arabulucuk görevini kendileri yapıyorlardı. Bunun sonucunda hakem usulü, boşama değil arabuluculuk müessesesi olarak yaygınlaşmıştı (eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 74; er-Remlî, Nihâyetül-Muhtâc, Mısır t.y., VI, 44). Hanefilerin bu görüşü, Hasan el-Basrî, Katâde ve Zeyd b. Eslem`den rivayet edilmiştir.
İmam Şâfiî`den bir görüşe göre, hakem yalnız arabulucudur ve vekil durumundadır. Başka bir görüşe göre ise hakem "hâkim" demektir. Bu yüzden tarafların rızası olmasa bile hakemler gerekli görürlerse boşamaya da karar verebilirler (es-Sâbûnî, Tefsiru Âyâtil-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 472; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 398, 399).