Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm - Printable Version +- Hamdullah Board (https://hamdullah.org) +-- Forum: DİNİ İSLAMİ BİLGİLER (https://hamdullah.org/forumdisplay.php?fid=8) +--- Forum: iSLAMi BiLGiLER (https://hamdullah.org/forumdisplay.php?fid=187) +---- Forum: Dini Hikayeler Evliya Kıssaları (https://hamdullah.org/forumdisplay.php?fid=198) +---- Thread: Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm (/showthread.php?tid=984) |
Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm - RasitTunca - 06-18-2018 Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 3. Bölüm Ellibesinci Menâkıb: Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bütün fazîletlerinden, ilmi o seviyede idi ki, bir gün minber basamaklarını sereflendirdikde, buyurmusdur ki, rûhum kabza-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Zebûr ve Tevrât ve Incîl konusabilseler idi, – 360 – ben onların bütün esrârlarından haber verebilirdim. Onlar da ittifâk ile beni tasdîk ederler idi. Ibâdeti o mertebede idi ki, her gece yalnız olarak [gece halvetinde], farz ve sünnet tekbîrlerinden ayrı olarak bin tekbîr isitilirdi. Hilmi o derecede idi ki, bir gün bir kölesine yedi kerre çagırdı [seslendi]. Cevâb vermedi. Sebebini anlamak için çıkdı. Hücre [ev] kapısında durmus idi. Niçin cevâb vermedigini sordu. Yâ Efendi! Istedim ki, seni gadablandırayım. Hazret-i Alî dedi ki, ey gâfil! Allahü teâlânın izni ile ben gadablanmam. Fekat seni imtihâna tesvîk edeni kızdırayım. Onun için o köleyi âzâd etdi. Ömrü oldukça [yasadıgı müddetçe] ma’îset için çalısdı. Tevâzu’u o derecede idi ki, hilâfet zemânında mülkü, doguda Semerkanda kadar genislemisdi. Çok vakt yaya yürür, ata binmezdi. Bir gün ba’zı ihtiyâclarını alıp, kendi götürür idi. Hizmetçilerinden birisi dedi: Yâ Emîr-el mü’minîn! Bu hizmet bizimdir, biz yapalım. Buyurdu ki: (Âilenin ihtiyâcını te’mîne en çok hakkı olan babadır.) Hizmetçi dedi ki, siz zemânın halîfesi ve cihânın sultânısınız. Bu hizmet cenâbınıza hafîflik verir. Buyurdu ki: Iyâlinin [çoluk-çocugunun] ihtiyâcını tasımakla insan kemâlinden birsey kaybetmez. Sehâveti [cömertligi] o mertebede idi ki; bir vaktde dört dirheme mâlik idi. Bir dirhemini gizli, bir dirhemini âsikâre, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gece tasadduk eyledi [sadaka] verdi. Sânlarının büyüklügü için meâl-i serîfi, (Gece ve gündüz, gizli ve açık, mallarını sarf edenlerin mükâfâtlarını Rableri verecekdir..) olan Bekara sûresinin 274.cü âyet-i kerîmesi nâzil olup, bütün âleme yayıldı ve söhret buldu. Fakîr-fukarâya çok düskün idi ki, bu husûsdaki sânlarının büyüklügü için, meâl-i serîfi, (Onlar kendileri arzû etdikleri hâlde, yiyecegi, yoksula, öksüze ve esîre yidirirler) olan, Hel etâ [insan] sûresi 8.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Kemâl derecedeki ihsânı, meâl-i serîfi, (Sizin dostunuz ancak Allahü teâlâ, Onun Peygamberi ve nemâz kılan, rükû’ eden ve zekât veren mü’minlerdir) olan Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîmesi ile sâbit olmusdur. Rivâyet edilmisdir ki, bir gün hilâfet zemânlarında, beyt-ül mâl hazînesine girip, fazla mikdârda altın ve gümüsü görüp, dedi, ey kırmızılar ve ey beyâzlar! Benden baskasına cilve yapın ki, ben sizi dönüsü olmıyan bir talâk ile bosamısım. Bir rivâyet- – 361 – de, sizi öyle terk etmis ki, dönüsü mümkin degildir. (Kıt’a): Altın, günes olsa da, onu gerdânlık diye takmam, Gümüs ay olsa yine, günes gibi hiç bakmam. Müsâvîdir yanımda, kara toprak, ay ve günes, Altın ile gümüse baska, topraga baska bakmam. Kerâmetlerinden biri de odur ki, mubârek ayagını atının özengisine basarken, Kur’ân-ı kerîme tilâvete baslar, öbür ayagını basıncıya kadar hatm ederdi. (Sevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmisdir. Esmâ binti Ümeys, Fâtıma-tüz-zehrâdan “radıyallahü teâlâ anhâ” nakl etmisdir: Zifâf gecesinde onun [Alî “radıyallahü anh”ın] yer ile konusdugunu duydum. Sabâh oldukda ögrenmek maksadı ile, o hâli Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine arz etdikde, secde-i sükr edip, buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ; zevcine se’âdet ve üstünlük verip, yeryüzündeki mahlûkların seçilmislerinden yapdı.) Ellialtıncı Menâkıb: Yine (Sevâhid-ün nübüvve)de yazılıdır. Sıffîn harbine giderken askerler çok susamıslar idi. Su aradılar. Rastladıkları bir kilisenin râhibi, falan yerde bir çesme vardır, dedi. Askerler bulundukları yerden o istikâmete gidiyorlardı. Sâh-ı Merdân Alî “radıyallahü teâlâ anh” baska tarafa gitmeyiniz, o tarafda bir tas görüp, isâret edip, bunu kaldırınız buyurdu. Bütün askerler, o tası kaldırmakdan âciz olup, kaldıramadılar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o tası kaldırdı. Altından, hos ve güzel, kaynayan su çıkdı. Bütün asker o sudan içip, kandıkdan sonra, yine o kaynak üzerine o tası koyup, kapatdılar. Râhib, bu kerâmeti görüp, dedi ki, ey azîz! Sen Resûl müsün? Alî “radıyallahü anh”, hâyır, velâkin Resûlün vasîsiyim buyurdu. Râhib ihlâs ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine îmân getirip, müslimân oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olmasının sebebini süâl buyurdukda, cevâb verdi ki: Yâ Ebâ Hasen [Hasenin babası]. Önceki geçenlerimizden isitmisiz ve kitâblarımızda yazılıdır ki, bu mevkî’de bir çesme var. Onun açıga çıkması Resûl veyâ Resûlün vasîsi olmadıkca, müyesser olmaz. [Ya’nî onlar açıga çıkarır.] Bugün ise sizden bu kerâmet açıga çıkdı. Anladım ki, siz Resûlün vasîsisiniz! Isitdigim ve gördügüm muhakkak olup, – 362 – murâdıma erdim. Nakl edilmisdir ki, dünyâyı terk edip, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hizmetinde bulunup, muhârebeye katılıp, sehîd oldu. Hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh” güzel ahlâkının vasflarından yazmak ve anlatmak insan kudretinin dısındadır. Onun hâllerini müsâhede imkânsızdır. [Herkes anlıyamaz.] (Kıt’a): Bir serverin ki, güzelligini anlatmak kolay degildir, Vasfı (Hel etâ) ola, medhi (Innemâ). Lâyık degil ki, onun zâtını vasf etmek, Etegine bulasan Sühâ yıldızı ile. Elliyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vasıyyet etdi ki, vefâtlarında, mubârek bedenlerini benim yıkamamı emr buyurdular. Her kim o hazretin cesed-i serîfine baksa, anlayısı ve hâfızası kuvvetli olur. Hattâ emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin digerleri üzerine fehm [anlayıs] ve hıfzı [hâfızası] çoklugundan sordular. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini yıkadım. Gözünün hânesinde bir mikdâr su kalmıs gördüm. O suyu dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvetli hâfıza, o ser-çesmenin bereketindendir. (Sevâhid-ün nübüvve) den alınmısdır. Ellisekizinci Menâkıb: Ebûl Esved Düeli demisdir ki, emîrül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden isitdim. Buyurdu ki: Dısarı çıkdım, ayagımı atın özengisine koydum. Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri çıka geldi. Dedi ki, yâ Alî! Nereye gidiyorsun. Irâka gidiyorum, dedim. Dikkatli ol ki, eger sen Irâka gider isen, basına kılınç dokunsa gerekdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yemîn etdi ki, ben bu sözü, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitmisdim. (Sevâhid-ün nübüvve)de vardır. Ellidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir sahsa dedi ki, benim haberimi Mu’âviyeye niçin götürürsün. O sahs inkâr etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” – 363 – yemîn eder misin, dedi. O sahs yemîn etdi. Hazret-i Alî buyurdu ki, eger yemîninde yalancı isen, Allahü teâlâ senin gözlerini kör eylesin. Bir hafta geçmeden gözleri kör oldu. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Yine emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Ruhbeden bir sahsa, bir sey sordu. Dogru söylemedi. Hazret- i Alî, yalan söylüyorsun, buyurdu. O sahs, yalan söylemiyorum, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Senin üzerine düâ ederim, eger yalan söylemis isen, Allahü teâlâ seni kör eylesin. O sahs Ruhbesine gitmeden kör oldu. (Sevâhid- ün nübüvve)den alınmısdır. Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün mescidde hâzır olanlara and verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden her kim (Beni seven, Alîyi de sever) hadîs- i serîfini isitmis ise, sehâdet versin. Ensârdan on kisi hâzır olup, sehâdet etdiler. Bir kisi de bu hadîs-i serîfi isitmis idi ve o meclisde hâzır idi. Sehâdet etmedi. Hazret-i Alî buyurdu ki, ey falan, niçin sen sehâdet etmezsin ki, sen de o meclisde olup, hadîs- i serîfi isitmis idin. O kisi dedi: Ben ihtiyârladım; unutdum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” düâ etdi ki, yâ Rabbî! Eger bu sahs yalan söylüyor ise, onun derisinde bir beyâzlık açıga çıkar ki, sarıgı onu örtmesin. Rivâyet eden der ki, vallahi ben o sahsı öyle gördüm ki, iki gözünün ortasında beyâzlık meydâna geldi. Hattâ Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” demisdir ki, ben de o meclisde veyâ onun gibi bir meclisde hâzır idim. Ben de o hadîs-i serîfi isitenlerden idim. Ammâ sehâdet etmedim. Allahü teâlâ azze sânühü benim gözlerimin nûrunu giderdi. Her zemân o sehâdet etmemenin pismânlıgını çekerdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden magfiret taleb ederdi. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Altmısıncı Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün minbere çıkdı. Buyurdu ki: Ben Allahın kulu, Resûlünün kardesi, Cennet kadınlarının seyyidesinin nikâhlısıyım. Her kim benden gayri bu da’vâda bulunsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseye belâ verir. O meclisde olan bir kisi, dedi ki: Allahın kuluyum ve Resûlullahın kardesiyim sözü kimseye hos gelmez, bu söze kimse inanmaz. O sahs yerin- – 364 – den kalkmadan, aklını kaybedip, deli oldu. Onu, ayagından yapısıp, mescidden dısarı sürüdüler. Komsularından, ona dahâ evvel böyle bir sey olmus mu idi diye sordular. Dediler ki, olmamısdı. Herkes bildiler ki, emîr-ül mü’minîn Alîye “radıyallahü anh” ta’n sebebi ile oldu. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Altmısbirinci Menâkıb: Sıffîn günlerinden bir gün, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki, yâ Ebâ Müslim neredesin. Muhammed bin Hanefiyye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî buyurdu ki: Benim murâdım Ebû Müslim Havlânî degildir. Maksadım su Ebû Müslimdir ki, Horâsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Dogu tarafından siyâh bayraklar ile meydâna çıkar. Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele eder ki, Allahü teâlâ onun vâsıtası ile, olacak seyleri merkezinde karâr etdirir. Ne mutlu onunla berâber dîni yaymak için çalısan, dîni yaymak için gayret edenlere. (Sevâhid- ün nübüvve)den alınmısdır. Altmısikinci Menâkıb: Bir gün Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, ne olaydı, ne zemân ölecegimizi bilseydim. Hâzır bulunanlar dedi ki, biz onun nasıl olacagını bilmeyiz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ben onu hazret-i Alîden ögrenirim. Onun bildigi hersey dogrudur. Dilinden çıkan seyler dogrudur, bâtıl degildir. Kendinin güvendigi kimselerden üç kisi çagırdı. Onlara dedi ki: Üçünüz berâber yol arkadası olup, Kûfeye gidiniz. Kûfeye bir menzil kalınca [yaklasınca], birbirinizin ardınca Kûfeye giriniz. Her biriniz benim öldügüm haberini veriniz. Lâkin her biriniz, hastalıgımda, ölüm günümde ve sâatinde ve mahallinde ve nemâzımı kılan kimse hakkında ve sâir husûsda birbirinize uygun söyleyiniz. O üç kisi, Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” dedigi seklde, Kûfeye gitdiler. Bir menzil kaldı. Birisi Kûfeye girdi. Sordular, nereden gelirsin. Dedi, Sâmdan gelirim. Dediler, ne haber var. Dedi ki: Mu’âviye vefât etdi. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” huzûrlarına bu haberi iletdiler. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” aslâ iltifât buyurmadılar. Ikinci gün biri dahî geldi. Yine Mu’âviyenin “radıyallahü anh” vefâtının haberini verdi. Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb vermedi. Üçüncü gün biri dahî geldi. Evvelkilere muvâfık haber verdi. Emîr-ül mü’minîn – 365 – Alî “radıyallahü anh” hazretlerine iletdiler. Haber mütevâtir oldu. Sıhhatinde sübhe kalmadı. Muhakkak Mu’âviye “radıyallahü anh” vefât etmisdir, dediler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” mubârek basını ve yüzünü göstererek; (Bundan akan kan ile bu bulasmayınca, Mu’âviye vefât eder mi) buyurdu. O üç kimse bu haberi Mu’âviyeye “radıyallahü anh” iletdiler. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” anladı ki, kendisi Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden sonra kalacakdır ve hem de kazâ-i ilâhî ile öyle oldu. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Altmısüçüncü Menâkıb: Rivâyet edilmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Vedâ haccından dönerken, Gadîrhum denilmekle ma’rûf menzilde nemâzdan sonra, Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine dönüp buyurdular ki, (Ben mü’minlere nefslerinden dahâ sevgili, dahâ yakın degil miyim.) Orada hâzır olanlar ittifâkla tasdîk edip, dediler, (Evet, yâ Resûlallah.) Sonra hazret-i Alînin elinden tutup, buyurdu ki: (Ben kimin mevlâsı isem, Alî onun mevlâsıdır.) [Beni seven Alîyi sever.] (Yâ Rabbî, ona düsmanlık edene düsmanlık et. Onun ile dost olana dost ol. Onu hor tutanı hor tut. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olur ise olsun, ona hakkı, dogruyu bildir.) (Kıt’a): Gel ey Resûlün rızâsını isteyen, Onu seveni sev, düâsını rehber et. Sana ilâhî kılınç çekilmesin diyorsan, Allahın arslanına bugz etme, muhabbet et! Altmısdördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, bir mikdâr henüz toprakdan ayrılmamıs altını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına getirdi. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” onu Necd ehline taksîm eyledi. Kureys ve ensâr dediler ki: Yâ Resûlallah! Bizi bırakıp da Necd ehline taksîm buyurdun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bunu, onun için onlara taksîm etdim ki, ehl-i islâm ile ve müslimânlar ile ülfet etsinler!) Bu sözleri söyledigi sırada bir sahs çıka geldi. Gözleri çu- – 366 – kurlasmıs, sakalı yüzünü bürümüs, vücûdunu kıllar kapatmısdı. Dedi ki: Yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerinin emrini yerine getir. Resûlullah hazretleri, (Eger ben, Allahü teâlânın emrlerini dinlemez isem, kim dinler) buyurdu. Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır idi. Dedi ki: Yâ Resûlallah! Izn ver, katl edeyim. Izn vermedi. Sonra o sahs yüzünü dönüp, gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bunun neslinden bir kavm zuhûra gelecekdir. Kur’ân-ı azîm-üs-sânı okurlar. Ammâ bogazlarından asagı geçmez. Ehl-i islâmı katl ederler. Okun yaydan çıkdıgı gibi, dîn-i islâmdan çıkarlar!) Hâricîler o kavmdendir. O sebebden onlara (Mârikûn) derler. Altmısbesinci Menâkıb: Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine haber vermis idi ki, (Sen, cemâ’atinden dinden çıkan hâricîler olacak, onlar ile harb edeceksin. Onlar içinde bir sahs olur ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu basında, kadınlar memesi gibi nesne olur. O et parçasının üzerinde fâre kuyrugu gibi nice kıllar vardır.) Rivâyet ederler ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hâricîler üzerine zafer buldu. Onlardan çogu helâk oldu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu, o sahsı istediler. Bir def’a aradılar, bulamadılar. Hazret-i Emîr yemîn etdi ki, vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyliyen yalan söylememisdir. Bir def’a dahâ istediler. Kırk ölünün altında, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden nakl etdigi gibi buldular. Altmısaltıncı Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” islâm askeri ile hâricîlere karsı harb etmege giderken, Nehrvân yolunda bir kilisede bulunan bir râhib dedi ki; ey islâm askeri, emîriniz bu tarafa gelsinler. Hazret-i Alîye arz olundukda, hazret-i Emîr o tarafa dogru yönelip, kiliseye vardılar. Râhib dedi ki, ey müslimân askerlerinin serdârı! Bugün tâli’ yıldızı müslimânların maglûbiyyetini gösteriyor. Sabr ediniz. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ey râhib! Bana yıldızlara bakıp, hükm söyler- – 367 – sin. Falan settâreden [yıldızdan] bana haber ver. Râhib dedi ki: Ben o yıldızı bilmiyorum. Hazret-i Alî buyurdu ki: Ey râhib! Ma’lûm olsun ki, gök ilmini [ilm-i nücûmu] bilmiyorsun. Yer [arz] ilminden sorayım. Hâlen ayagının basdıgı yerin altında ne vardır. Râhib dedi ki: Bilmiyorum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Ben sana söyliyeyim. Su seklde bir kab, kabın içinde su kadar, su vasfda, naksda, akçe vardır, buyurdu. Râhib dedi, ey azîz! Bu seklde kesf etmek sana nereden hâsıl oldu. Buyurdu ki: Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermis idi ki, bir grub asker ile harb edesin ki, onların askerinden, on kisiden azı kurtulur. Senin askerinden ondan eksik sehîd olur. Râhib, hayret edip, imtihân için ayagı altındaki yeri kazdı. O ta’rîf edilen seklde akçeler bulup, o nisân ile çıkıp, o seklde görünce, îmâna geldi. Rivâyet edilir ki, o dörtbin hâricîden üçbindokuzyüzdoksanbir adedi öldürülüp, dokuz asker firâr etmisdir. Islâm askerinden dokuz se’âdetli kimse sehâdet serbetini içip, gerisi sıhhat ve selâmet üzere kalmısdır. Altmısyedinci Menâkıb: Imâm-ı Müstagfirî “rahimehullahi teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) adlı kitâbında, Firâs bin Amrdan “radıyallahü teâlâ anh” nakl eylemisdir. Ona Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri zemân-ı serîflerinde bir bas agrısı ârız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iki gözü ortasını tutdu. Mubârek parmakları ile tutdugu yerden kirpi kılı gibi kıl çıkdı. O agrı ondan gitdi. Hâricîlerin emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücûm etdikleri günde, Firâs de onlara uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada o agrı tekrâr basladı. Ona dediler ki, bu is sana hâricîlere uydugun için hâsıl oldu. Tevbe ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o agrı ondan temâmen gitdi. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Altmıssekizinci Menâkıb: Alî bin Zeyd “rahimehullahü teâlâ” demisdir. Sa’îd bin Museyyib “radıyallahü anh” bir sahsı bana gösterdi ve dedi ki, var o sahsı gör. Dedim, hâlini bana anlat. Benim görmeme ne lüzûm var. Bu sahs Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhümâ” hakkında kötü sözler söyler idi. Ben münâcat etdim, Allahü teâlâya ki, eger senin katında Osmânın ve Alînin kıymetleri var ise; bana bir nisân göster. Son- – 368 – ra o bedbahtın yüzü siyâh oldu. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Altmısdokuzuncu Menâkıb: Abdüllah Muhammed bin Kayyımil Cevzî (Kitâb-ür-rûh) kitâbında nakl eyledi. O da Kureysin bir sahsından rivâyet eyledi. Sâmda bir kisi gördüm ki, yüzünün bir tarafı kapkara idi. Onu dâimâ bir nesne ile örterdi. Ondan bu durumunu sordum. Dedi ki: Allahü teâlâya ahd eyledim ki, her kim bu hâli benden sorarsa, ben ona hikâye edeyim. Ben, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine bugz ederdim. Hakkında uygunsuz sözler söylerdim. Bir gece uykumda gördüm ki, bir kisi geldi. Sen benim hakkımda uygunsuz sözler söylersin, dedi. Yüzümün bir tarafına bir nesne ile vurdu. Sabâh gördüm ki, yüzümün o tarafı siyâh olmus. (Sevâhid-ün nübüvve) den alınmısdır. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sordular: Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” zemân-ı serîflerinde, hilâfetleri çekisme, kavga, fitne ve ihtilâflı degildi. Sizin ve Osmânın “radıyallahü teâlâ anhümâ” hilâfetlerinin zemânları sıkıntı ve degisiklik ve fitneden hâli olmadı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Onun sebebi sudur. Ben ve Osmân, Ebû Bekr ve Ömerin mu’âvinleri idik. Sen ve senin emsâlin, benim ve Osmânın yardımcımız oldunuz. Böyle oldu. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Yetmisinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” Yenbû karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin burada durursun. Eger vefât edersen, hizmetlerini görmezler. Medîneye gidersen, kardeslerin isini görürler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben simdi vefât etmem. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermisdir. Mubârek basını gösterip, (buranın kanı), mubârek yüzünü gösterip, (burayı boyamayınca) ben vefât etmesem gerekdir. (Sevâhid- ün nübüvve)den alınmısdır. Yetmisbirinci Menâkıb: Ammâr bin Yâser “radıyallahü anh” bir gün Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki: Yâ Alî! Sana, insanların bedbahtlarından haber vereyim mi! Bunlar; Sâlih aleyhisselâmın devesini kılınçla vuranlar ve senin basına kılınçla vurup, yüzünü kana boyayanlardır. – 369 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:24 Yetmisikinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe mescidinde, kendisini katl edecek olan Ibni Mülcem mel’ûnunu gördü. Ona hitâb edip, buyurdular ki, ey Mülcem oglu. Senin câhiliyye zemânında ve çocukluk günlerinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sana; (ey sakî, ey Sâlihin devesini kısırlasdıran) diyen, bir yehûdî hizmetciniz var mı idi. Evet var idi, dedi. Emîr-ül mü’minîn birsey söylemedi. Yetmisüçüncü Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söylesirler idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Zübeyre gizli söylersin [sırrını söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb] edecekdir.) Deve vak’ası oldugu zemân, Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu hadîs-i serîf ile Zübeyri “radıyallahü anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” muhârebeden vaz geçdi. Dönüp gitdi. Bir sahs ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” getirdi. Hazret-i Alî buyurdular ki, (Hazret-i Zübeyrin kâtiline, Cehennem atesi müjdeler olsun!) (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Yetmisdördüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Hendek kazdıkları gün; Ammâr bin Yâserin, mubârek eliyle arkasını sıgadı. Buyurdu ki, (Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl etse gerekdir!) Sonra Sıffîn günlerinde harb siddetlendi. Ammâr bin Yâser, hazret-i Alînin yanında yemîn etdi ki, bu o gündür ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana o günde sehâdet va’d buyurmusdur. Emîr-ül mü’minîn hazretleri hiç cevâb vermedi. Üçüncü def’a yine yemîn etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Evet, bu gün o gündür. Hemen Ammâr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri tekbîr aldı. Hos yeller esmege basladı. Yüzünü Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” askerinden tarafına dönüp, muhârebe ile mesgûl oldu. Mu’âviyenin “radıyallahü anh” askerinden ba’zı behâdırlar bunu düsürdü. Bu esnâda susuzluk galebe etdi. Su diledi. Süt ile karısmıs bir kadeh su verdiler. Ammâr onu gördü. Allahü ekber! dedi. Sonra ondan bir mikdâr içdi. Ve dedi ki: Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri bana haber vermis- – 370 – dir ki, (Seni ehl-i bâgîden bir kimse katl etse gerekdir. Senin katlin hazret-i Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâmın ortasında olur. Onun alâmeti o olur ki, o vakt su isteyesin. Sana su ile karısmıs süt verirler.) Hattâ hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abdüllah bin Amr bin Âsa buyurmusdur ki, ey Abdüllah; Ammâr bin Yâserin kâtiline Cehennem atesi ile müjde veresin. O gün, Ammâr bin Yâseri sehîd etdiler. Iki bedbaht onun mubârek basını Mu’âviyenin “radıyallahü anh” önüne götürüp, çekisdiler. Biri dedi ki, ben katl etdim. Öbürü dedi ki, ben katl etdim. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi; her kim onu katl etmis ise, ona bir kese gümüs verecegim. Bunun anlasılması için Abdüllah bin Amr bin Âsa emr etdi. Abdüllah birinden, nasıl katl etdigini sordu. O kisi dedi ki: Onun üzerine hamle etdim. Onu katl mahallinde gördüm. Abdüllah dedi, sen katl etmemissin. Digerinden de sordu. Digeri dedi ki: Birbirimize hamle etdik. Benim hamlem ona te’sîr edip, atından düsdü. Dizi üzerine gelip, dedi ki: (Cebrâîl ve Mikâîl “aleyhimesselâm” ortasında bu isi yapan iflâh olmasın; pismân olacakdır.) Bunu söyleyip, sagına ve soluna bakardı. Ondan sonra ben ileri varıp, basını kesdim. Abdüllah hazretleri buyurdu: (Bu bir kese dirhemi [gümüsü] tut ve sana Cehennem atesi müjde olsun!) O bedbaht dedi ki: Eger ölürsek vay bize, eger öldürürsek vay bize. Keseyi bırakdı [yere atdı]. (Innâ lillah ve innâ ...) dedi. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi, Ey Abdüllah! Bunun gibi sözlerin mahalli midir? Abdüllah hazretleri buyurdu ki, mescidi bina etdikleri günde herkes bir tas getirdi. Ammâr iki tas getirdi. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim, buyurdular ki, (Ey Ammâr! Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl edeceklerdir.) Sonra buyurdular: (Ey Abdüllah! Ammârı katl edeni Cehennem atesi ile müjdele!) Yetmisbesinci Menâkıb: Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün buyurdu ki, (Yâ Alî! Yakın zemânda, seninle Âise arasında bir hâdise vâki’ olacakdır.) O buyurdukları Cemel harbine isâret idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Yâ Resûlallah! Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin içinde, bu bana mı mahsûsdur. Habîbullah hazretleri buyurdu: (Evet, sana mahsûsdur.) Haz- – 371 – ret-i Alî dedi ki: Öyle olur ise ben Eshâbın en bedbahtı olurum. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yok öyle olmazsın. Velâkin, öyle bir hâdise vâki’ oldugu zemân, onun üzerine gâlib olursun. Onu geri yerine, makâmına gönder!) Sübhesiz, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Cemel vak’asında, Âise “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin askeri üzerine zafer buldu. Âise hazretlerini ikrâm ve ihtimâm ile Medîne-i münevvereye gönderdi. Yetmisaltıncı Menâkıb: Imâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) kitâbında bildirmisdir. Rûm kayseri, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hilâfeti zemânında zor süâllerini yazdı. Tafsîli (Delâ-il-ün nübüvve)de vardır. O süâlleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. Hazret-i Ömer onu okudu. Emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” önüne koydu. Hazret- i Alî onu okudu. Divit ve kalem istedi. Onların cevâbını yazdı. Kâgıdı katlayıp, kayserin elçisine verdi. Elçi, bu cevâbı kim yazdı diye sordu. Hazret-i Ömer buyurdu ki, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” amcası oglu, dâmâdı ve dostu hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yazdı. Derler ki, yehûdîden ba’zıları geldiler, dediler ki, ne oldu size ey müslimân tâifesi. Peygamberinizin vefâtından sonra, bu kısa zemânda ba’zınız ba’zınızın üzerine hücûm edip, muhârebeye basladınız. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki: (Ey yehûdî tâifesi! Size ne oldu ki, henüz ayaklarınız denizin ıslaklıgından kuramamıs idi. Yâ Mûsâ! Bize de baskalarının ilâhları oldugu gibi ilâh yap, dediniz!) Bu cevâb ile yüzlerini kara edip, cevâb veremiyecek hâle bırakdı. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurmusdur ki, (Alîye ilmin on bölügünden dokuz bölügü verildi. Vallahi geri kalan bir bölügünde de ortakdır.) Hattâ imâm-ı Ahmed bin Hanbel “rahimehullahü teâlâ” buyurmusdur ki, Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bize hazret-i Alînin hakkında o kadar fazîlet gelmisdir ki, Alîden “radıyallahü teâlâ anh” baskası için gelmemisdir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd “kuddise sirruhül’azîz” buyurmusdur ki: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri muhâlifleri ile muhârebeden fırsat bulsa idi, elbette ondan te- – 372 – savvuf ve hakâyık ilmi o kadar olurdu ki, gönüller ona tâkat getiremezdi. O, âriflerin basıdır. Onun sözleri vardır ki, ondan evvel kimse söylememisdir ve ondan sonra da kimse mislini söylemege kâdir olmamısdır. Su sekldedir ki, bir gün minbere çıkmıs idi. Buyurdu ki, bana arsın altındakilerden sorunuz! Benim içim ilm ile doludur. Bu agzımdaki Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek agzının suyudur. O sol nesnedir ki, bana bölük-bölük verdi. Onun içindir ki, benim nefsim onun yed-inde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eger izn olsa, Tevrâtın ve Incîlin içinde olanları haber verirdim. Beni o ikisi tasdîk ederlerdi. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn bu kelâmı kerâmet eseri buyurdu. O meclisde Da’leb Yemânî derler bir kisi var idi. Dedi ki: bu kisi ne garîb da’vâda bulundu. Elbette ben bunu imtihân ederim. Yerinden kalkıp, dedi, bir süâlim vardır. Hazret-i Alî buyurdu ki, ögrenmek ve bilmek için sor. Tecribe ve imtihân için sorma. Da’leb, sen beni onun üzerine mecbûr etdin deyip, sordu, Rabbini gördün mü yâ Alî! Hazret-i Alî buyurdu: (Görmedigim Rabbime tapacak degilim.) Sonra, nasıl gördün, dedi. Emîr-ül mü’minîn buyurdu: (O Hakkı, gözler dünyâda gördükleri seklde göremezler. Lâkin gönüller bekâ hakîkatleri ile görür. Benim Rabbim birdir. Serîki yokdur. Benzeri bulunmaz. Ikincisi olmaz. Yer [mekân] dan münezzehdir. Üzerinden zemân geçmez. Akl ile idrâk edilmez. Yaratdıkları ile kıyâs edilmez.) Da’leb bu sözleri isitip, yüzü üzeri düsdü. Bayıldı. Bir zemân sonra kendine geldi. Dedi ki; Hak teâlâya söz verdim ki, kimseye imtihân niyyeti ile süâl sormıyacagım. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Eger is senin elinde olursa.) Yetmisyedinci Menâkıb: Imâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahimehullahi teâlâ” (Tefsîr-i kebîr)de nakl etmisdir. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sevenlerinden birisi bir siyâh köle idi. Bir gün onu hırsızlık yaparken tutup, hazret- i Alîye getirdiler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn sordu ki, (Sen mi hırsızlık etdin.) Evet ben hırsızlık yapdım, dedi. Elini kesdi. O siyâh köle, hazret-i Emîrin meclisinden çıkıp, gitdi. Yolda Selmân-ı Fârisî ve Ibni Zekvâna “radıyallahü teâlâ anhümâ” rastladı. Ibni Zekvân o siyâh köleye, elini kim kesdi, dedi. Siyâhî dedi ki: Emîr-ül mü’minîn kesdi. Ibni Zekvân dedi: O senin – 373 – elini kesdi, sen onu medh ediyorsun. Dedi ki, niçin medh etmiyeyim ki, muhakkak elimi hak üzerine kesdi ve beni Cehennem atesinden halâs eyledi. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” bu sözü siyâh köleden isitip, geldi, Alîye “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o siyâh köleyi çagırdı. O kesilen elini yine bilegi üzerine koydu. Bir mendil ile örtdü. Düâ etdi. Sonra bir ses isitdik, gökden ki, hazret-i Emîre emr eyledi. Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli Allahü teâlânın izni ile önceki durumuna gelmisdi. Yetmissekizinci Menâkıb: Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîrel mü’minîn. Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” se’âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dısarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymis, mubârek sarıgını basına koymus, asâsını eline almısdı. At istedi. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere, Fıratın kenârına geldiler. Asagı indi. Iki rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline aldı, köprünün üstüne çıkdı. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a isâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki, bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi dediler, yâ Emîr-el mü’minîn, kifâyet eder. Yetmisdokuzuncu Menâkıb: Cündeb bin Abdüllahil Ezdî diyor ki: Cemel ve Sıffîn harblerinde; emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri ile berâber idim. Benim hiç sübhem yok idi ki, hak Emîr-ül mü’minîn hazretleri tarafındadır. Ne zemân ki, Nehrvâna konduk. Benim gönlüme bir sübhe düsdü. O cemâ’ati katl etmek gâyet büyük isdir. Sabâhleyin askerden ayrıldım. Yanımda bir matara su var idi. Bir yerde kılıncımı yere dikdim. Kalkanı üzerine asdım. Gölgesine oturdum. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” yanıma çıka geldi. Sordu, yanında hiç su var mıdır? O matarayı önüne koydum. Aldı. O kadar uzaga gitdi ki, görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp, kalkanın gölgesine oturdu. O sırada bir atlı geldi. Emîri görmek istedigini söyledi. Hazret-i Alî kabûl buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emîr-el mü’minîn! Muhâlifler Fıratı geçdiler. Ve suyu kesdiler. Buyurdu ki: Hâyır, onlar suyu geçememisler- – 374 – dir. Bu sözü söylerken, bir sahs dahâ geldi. Vallahi ben onların sancaklarını suyun öte tarafında gördüm, dedi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu; vallahi geçmediler. Nasıl geçerler ki, onların düsecek ve dökülecek yerleri buradadır. Ondan sonra durdu. Ben de durdum. Kendi kendime dedim; Elhamdülillah. Elime bir terâzî girdi ki, bu kisinin hâli bundan belli olur. Yâ o yalancı behâdırdır veyâ Allahü teâlâ hazretlerinden veyâ Resûlullah hazretlerinden hücceti vardır. Buna dayanarak bunu bilmisdir. Gönlümden dedim ki, yâ Rabbî! Seninle ahd etdim. Eger suyu geçmis olduklarını görürsem, o kimse ile [Alî “radıyallahü anh” ile] muhârebe eyleyen ben olacagım. Eger geçmemis iseler o muhâlif ile muhârebe ve mukâtele edecegim. Askerin arasından [saflardan] geçdik. Gördük onların bayrakları evvelki gibi yerlerinde durur. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” arkamı tutdu [sıvadı] ve isin ile mesgûl ol, dedi. Ben de hamle edip, onlardan birini öldürdüm. Arkasından birini dahâ öldürdüm. Birine saldırdım. Ben ona vurdum. O da bana vurdu. Ikimiz de düsdük. Arkadaslarım beni kaldırıp, götürmüsler. O vakt kendime geldim. Hazret-i Emîr muhârebeyi bitirmis idi. Emîr-ül mü’minîn bir sahsa durumundan haber verdi. Seni, falan mevki’de, falan hurma agacına assalar gerekdir. Buyurdugu gibi vâki’ oldu. Sekseninci Menâkıb: Haccâc-ı Yûsüf “Allahü teâlâ müstehâkını versin”, Kümeyl bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, çagırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı zâlim, Kümeylin akrâbalarının vazîfelerine son verdi. Kümeyl bunu isitdi ve dedi ki: Benim ömrüm zâten bitmisdir [yaslandım]. Benim sebebim ile, kavmimin mahrûm olması lâyık degildir. Haccâcın yanına vardı. Haccâc dedi ki, isterim ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmısdır. Ne diler isen onu yap. Bizim va’demiz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb vereceksin. Bana emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber vermisdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun boynunu vurdu. Seksenbirinci Menâkıb: Haccâc bir gün dedi ki, isterim Ebû Türâbın [Hazret-i Alînin] eshâbından birini katl edeyim ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine yaklasayım. Hazret-i Alî- – 375 – nin “radıyallahü anh”, kölesi Kanber ile sohbet etmis oldugunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i Alînin en çok sohbet etdigi kimselerden idi.] Haccâc, Kanberi çagırtdı ve dedi ki, Kanber sen misin. Kanber, evet benim dedi. Haccâc, Alî ibni Ebî Tâlib senin Mevlân mıdır, dedi. Kanber, benim Mevlâm Allahü teâlâ hazretleridir. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî velîm ve sebeb-i ni’metimdir, dedi. Haccâc dedi: Seni katl etmek isterim. Ihtiyârınla nasıl katl olunmak istersin. Kanber dedi: Ihtiyâr senindir, her ne vech ile katl edersen, ben de seni kıyâmetde öyle katl ederim. Zâten bana emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, ey Kanber, seni zulm ile katl etseler gerekdir, diye haber vermisdi. Sonra Haccâc Kanberi “radıyallahü teâlâ anh” katl eyledi. Seksenikinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oglum Hüseyn katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde ona yardım etmiyeceksin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” sehîd oldu. Berâ’ bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dogru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım yapamadıgıma pismânım, dedi. Seksenüçüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde Kerbelâya ugradı. Sagına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [aglı(Zeker)] geçdi ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökecegi ve onların katl olunacakları makâm burasıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır. Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa gerekdir. Onlar hesâbsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı. Seksendördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra, asker gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin er ve de bir kisi geliyor. Eshâbdan biri, bu sözü isitdim, o askerleri bir bir saydım, buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi. Seksenbesinci Menâkıb: Hayye-i Arabî, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin eshâbından idi. Dedi – 376 – ki: Hazret-i Mu’âviye ile muhârebe sırasında, hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ile bir deryâ kenârında konakladık. O sırada bir kisi geldi. Dedi ki: Esselâmü aleyküm, yâ Emîr-el mü’minîn! Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, ve aleyküm selâm, dedi. O kisi dedi: Ben Sem’ûn bin Yuhannâyım, su kilisenin sâhibiyim, diyerek bir bina gösterdi. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. Bu kitâb mîrâs yolu ile Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” eshâbından intikâl etmisdir. Eger dilersen, o kitâbı tarafınıza okuyayım. Eger dilersen, huzûr-ı serîfinize getireyim. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki; Oku. O kisi okumaga basladı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” serefli vasflarından ve ümmetinin sıfatlarından yazıyordu. Sonunda okudugu bir gün, (Bir deryâ kenârına bir kisi konar. Peygambere yakın olur, Zemânın ehlinden ve dinde, Peygambere yakın olur. Müsrikleri dize getirir. Magrib ehli ile savasır,) yazısını okudu. Ondan sonra o kisi dedi ki: (Peygamber çıkdı. Ona îmân getirdim. Siz burada konakladınız. Huzûrunuza geldim. Hayâtda oldugum müddetce hizmetinizde olayım.) Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” ve hâzır olanlar agladılar. Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni unutulmuslardan kılmadı. Kitâbında zikr etdi.) Rivâyet eden der ki, Emîr-ül mü’minîn bana hitâb edip, buyurdu ki, ey Hayye-i Arabî! Sem’ûnu sen yanında sakla [sana emânet]. Her kusluk ve aksam yemeklerinde onu çagırırdı. Leyle-tül-harîrde, hazret-i Mu’âviye ile ceng siddetlendi. Sem’ûn sehîdlik se’âdetine kavusdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, kabrine kendisi koydu. (Bizim ehl-i beytden biridir) buyurdu. Seksenaltıncı Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Alî “radıyallahü anh” için, iki kerre günesi batıdan geri döndürdü. Birisi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemânlarında idi. Ümm-ü Seleme ve Esmâ binti Ümeys ve Câbir bin Abdüllah-el Ensârî ve Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri rivâyet etmislerdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün se’âdethânelerinde oturuyorlardı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” da huzûrlarında idi. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm vahy getirdi. Vahyin agırlıgından hazret-i Alînin “radıyallahü – 377 – teâlâ anh” dizine mubârek basını koydu. Günes batıncaya kadar kaldırmadı. O sırada, günes batdı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ikindi nemâzını kılmamısdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vahyden sonra, önceki hâline geldi. Buyurdu ki, yâ Alî! Senin ikindi nemâzı geçdi mi. Evet, yâ Resûlallah! Kımıldayamadım, kaldım, dedi. Ancak nemâzı îmâ ile kılmısdı. Hazret-i Habîbullah, günese emr buyurdu. Günes geri dagın üzerine çıkıp, durdu. Hazret-i Alî, nemâzını kıldı. Esmâ binti Ümeys der ki, gurûb vaktinde günesden buzagı sesi gibi bir ses geldi. Resûl-i ekremden sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Bâbile giderken, Fırat nehrinin üzerinden geçmek istediler. Ikindi nemâzının vakti idi. Eshâbdan bir cemâ’at ile kendileri asr [ikindi] nemâzını kıldılar. Diger eshâb da hayvanlarını sudan geçirmekle mesgûl oldular. Günes batdı. Nemâzlarını kılamadılar. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” düâ eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ günesi yerine getirdi. Nemâz kılmıyanlar, nemâzlarını kıldılar. Günes yine batdı. O esnâda günesden bir korkulu ses çıkdı. Eshâb korkdular. Söyle ki, tehlîl, tesbîh ve istigfâr ile mesgûl oldular. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Seksenyedinci Menâkıb: Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmisdir. Yagmurlu bir günde mescidde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr- ı serîflerinde, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bir cemâ’at ile oturmusduk. O sırada yüksek ses ile birisi, Esselâmü aleyküm, dedi. Hepimiz sesi isitdik. Ammâ selâm vereni görmedik. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâmı alıp, bize buyurdu ki; (Cin tâifesinden kardesiniz, selâmını alınız!) Hepimiz, aleyküm selâm, dedik. Fahr-i âlem hazretleri buyurdular ki, (Sen kimsin!). Yâ Resûlallah! Köleniz, cin tâifesinden Semrah oglu Arfetâyım. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Merhabâ yâ Arfetâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri sana rahmet eylesin. Kendi sûretin ile bize görün!) O ân bir kıllı kimse zâhir oldu ki, yüzünü saçı bürümüs, iki gözleri bir tarafda, agzı gögsünün üzerinde ve fil disleri gibi disleri var ve tırnak yerine kıymıkları var. Bu seklde bunu görünce, hepimiz – 378 – elimizde olmadan korkup, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bakdık. O sahs, hazret-i Sultân-ı Enbiyâya hulûs ile açıklayıp, dedi ki: Yâ Habîb-i Rabbil’âlemîn! Kavmimi dîne da’vet için ben kulunuz ile bir kimse gönder. Yine sag-sâlim insâallahü teâlâ getirip, huzûr-ı serîfinize teslîm ederim. O Fahr-i âlem ve seyyid-i âdem Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bu hizmete bunun ile kim gider ise, ona Cennet vâcib olur.) O sahsın görünmesinden bir kimse cevâb vermege cesâret edemedi. Hazret-i Resûl-i ekrem üç kerre hitâb etdiler. Kimse cevâb vermedi. Son emrde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ayaga kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Emr eyle, bu hizmete ben kulun gideyim. Hazret-i Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp Arfetâya buyurdu ki, (Bu gece Harre adlı mevzi’de hâzır ol! Senin yanına bir kimse vereyim ki, benim hükmüm ile hükm eyler. Ve benim dilim ile söyler. Ve benden cin tâifesine haberi dogru olarak iletir.) Hazret-i Selmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Arfetâ gayb olup, aksam oldu. Sonra yatsı nemâzını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile edâ eyledik. Eshâbın hepsi dagıldıkdan sonra, buyurdular ki: (Yâ Selmân! Yâ Alî! Benim ile geliniz!) Biz de hizmetlerince gitdik. O Harre adlı mevzi’e vardıgımızda gördük ki, koyun büyüklügünde bir deveye Arfetâ kendisi binmis, at büyüklügünde bir deveyi de, elinde tutmus. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîyi o bos deveye bindirdi. Beni de arkasına bindirdi. Benim belimi hazret-i Alînin beline bagladı. Gözlerimi sarıgın ucu ile baglayıp, buyurdu ki, (Yâ Selmân! Sakın Alî gözünü aç demeyince, gözlerini açma. Deveden in demeyince deveden inme. Allahü teâlânın ismi ile mesgûl ol. Isitdiklerinden korkma!) Dönüp, hazret-i Alîye de vasıyyet etdi. (.... Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.) buyurdular. Sonra vedâ edip, Arfetâ önümüzce delîl olup, sür’atle yola koyulduk. Sabâh oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bana in, dedi. Ben de indim. Gözümü açdım. Gördüm ki, otsuz, susuz, agaçsız, taslık bir yere gelmisiz. Hazret-i imâm-ı Alî “radıyallahü anh” imâm olup, ben ve Arfetâ ona uyup, sabâh nemâzını kıldık. Ortalık aydınlan- – 379 – dıkda gördük ki, etrâfımızı cin askerleri çevirmisdi. Söyle ki, her birinin gözleri mes’âle gibi ısık çıkarır. Heybetli sekllerde sag ve sol tarafımızda dururlar idi. Hazret-i Alî aslâ bunlara iltifât etmeyip, âdet-i serîfleri üzere çesidli düâlar ile mesgûl oldular. Günes dogup, yükselene kadar, Allahü teâlâ hazretlerine münâcât ve ibâdet ve tâ’at eylediler. Ondan sonra, ayaga kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve senâ etdikden sonra, cin tâifesini islâma da’vet eyledi. Içlerinden biri inadcı ve kendi basına büyümüs ifrit i’tirâz edip, dedi ki, yâ Alî! Âbâ ve ecdâdımızın dîni bize bâtıl mıdır, demek istersin. Bu dedigin olmaz deyip, inâd eyledikde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”: (Biz dogru yoldayız. Sen, Allahü teâlânın âyetlerini tasdîk etmiyor, inkâr ediyorsun) buyurup, mubârek yüzünü gök yüzüne döndürüp, Ism-i a’zam ve düâ okuyup, Kehf ve Tâ-sin ve Yasîn ve Nûn ve Kalem sûreleri üzere yemîn edip, (Ey yardım edicilerin en hayrlısı olan Allahım! Bunların üzerine ates yagdır. Bunların kötü fi’ller isleyenleri ve inâd edenleri helâk olsun) diye düâ ve tazarru’ ve niyâz eyledi. Hazret-i Selmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, o ânda gördüm ki, bir zelzele olup, gökden ates yagmaga basladı. Cinnîler bunu görünce hepsi, yüz üzerine düsdüler. Ben de kendimden geçmisim. Bir zemândan sonra, kendime geldim. Gördüm ki, bir takım cinnîleri semâdan gelen ates yakmıs. Üzerlerini dumân kaplamıs. Bir zemân sonra dumân üzerlerinden gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” sag olanlarına seslenip, buyurdu ki, Ey cin kavmi, basınızı kaldırın. Muhakkak, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri zâlim ve mütekebbir olanları helâk etdi. Tekrâr da’vete mesgûl olup, (Yâ cin kavmi ve Semrâh ogulları, Berrâr sâkinleri! Biliniz ve âgâh olunuz ki, simdi Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” devridir. Hâtem-ül enbiyâ devridir. Yeryüzü basdan basa zulm ile dolmus iken, îmân ve adâlet ile dolsa gerekdir,) deyip, Habîb-i ekremi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” medh edip, apaçık mu’cizelerinden beyân etdi. Onu anlatan isâretlerinden anlatdıkdan sonra, cin tâifesinin kurtulanları hazret-i Alînin ilm ve kemâlinden hayret edip, Hakka boyun büküp, Resûlüne ittiba’ edip, (Allaha, Allahın Resûlüne ve Resûlünün elçisine inandık. Sözleri dogrudur. Seni yalanlamıyoruz!) deyip, îmânlarını saglam eylediler. Hazret-i – 380 – Selmân “radıyallahü anh” buyurdular ki: Bu esnâda gece oldu. Yine o deveye binip, Arfetâ önümüzce, sabâh olmadan Harre denilen yere bizi ulasdırdı. Deveden inip, sabâh nemâzını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile edâ etdikden sonra, bizi görüp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etdi. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Cin kavmini ne hâlde [nasıl] buldun!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb verdi ki, yâ Resûlallah! Hayrlı düânız bereketi ile, Elhamdülillah, Allahü teâlâ hazretlerine îmân getirip ve Resûlüne ittibâ’ edip, îmân nûru ile münevver oldular. Ammâ hakkı kabûl etmiyenleri, semâdan Allahü teâlânın izni ile ates inip, helâk olduklarını beyân etdikde, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdular ki, (Elhamdülillah! Onlardan kıyâmete kadar korku gitmez.) Seksensekizinci Menâkıb: Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerine vardım. Meger önlerinde bir tabak içinde hurma var imis. Mubârek avuçları ile bu bendenize bir avuç hurma ihsân etdiler. Saydım yetmisüç adet hurma geldi. Sonra hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı serîflerine vardım. Onların da önlerinde bir tabak hurma var idi. Yüzüme bakdı. Tebessüm edip, bir avuç hurma verdiler. Bunu da saydım. Temâmı yetmisüç adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı serîflerine geldim. Bu hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Yâ Ebâ Hüreyre! Bilmez misin ki, Alînin yedi benim yedimdir. Adâletde berâberdir.) Rivâyet edilmisdir ki, bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” kapılarının önünde bir cemâ’at görüp, Kanbere sordu ki, bunlar kimlerdir. Kanber cevâb verdi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bunlar sizi sevenlerdir. Alî “radıyallahü anh” hazretleri buyurdular ki, yâ, hayret! Bunlarda bizi sevenlerin simâları görünmez. Kanber dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sizin ahbâblarınızın simâları [görünüsleri] nasıldır. Buyurdular ki: Bizi sevenlerin simâsı [görünüsü], mi’deleri bos olmakdır. Bedenleri etsiz ve yagsız, za’îf olup, dudakları susuzlukdan agarmıs olmakdır. – 381 – Seksendokuzuncu Menâkıb: Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmisdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmus idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sag tarafında oturmus idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç müsâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!) Doksanıncı Menâkıb: Fadl bin Sâlim “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmisdir. Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret- i Alî “radıyallahü teâlâ anh” pazara varıp, bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri [kol uçları] uzundur, kes dedi. Terzi, dedi ki: Kesmem, zîrâ kusûrlu olur. Hazret-i Alî; aybı benim, sen kes diye emr buyurup, kesdirdi. Terzi, hazret-i Alînin kim oldugunu bilmez idi. Hey, görün bu kisi mecnûn olmus dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu isitdikde, sâd ve handân olup, Elhamdülillahi teâlâ, dedi. Sordular, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu beyhûde ve ma’kül olmıyan söze niçin hamd etdiniz. Buyurdular ki, bir gün, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim, buyurdular ki: (Bir kimseye deli denilmedikçe îmânı temâm olmaz!) Niçin hamd etmiyeyim ki, bu kimse benim îmânıma sehâdet etdi. Amr bin Kays “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin elbisesinde bir çok yerinde yama görüp, dediler ki, yâ halîfe-i Resûlillah! Bu kadar hazîneler elinde iken, yamalı elbise giymek size revâ degildir. Cevâb verdiler ki: Mü’minler bize uysunlar. Kalblerinde husû ve inkisâr hâsıl olsun. Bize yamalı giymek de uygun olur. Doksanbirinci Menâkıb: Bir gün Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alînin rikâbını [atı- – 382 – nın özengisini] tutana, buyurdu ki; (Aliyyül Mürtedâ senin elinde sehîd olsa gerekdir.) O kimse isitip, çok üzüldü. Aglı(Zeker) Aliyyül Mürtedânın huzûruna geldi. Tedarru’ ve niyâz edip, dedi ki, yâ Alî! Kanım sana halâl olsun. Beni hemen bu ân katl eyle. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sebeb nedir ki, bu sözü söylersin. Utanarak dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana buyurdular ki, Alînin sehâdeti senin elinde olsa gerekdir. Bu yüz karalıgı benden vâki’ olmadan dilerim ki, ben senin zülfikârın ile öleyim de, dünyâda ve âhıretde yüzü siyâh olmıyayım. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, bir nesneyi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ezelde takdîr etmis olsun, onu degisdirmek mümkin olur mu? Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana sehîdlik mertebesi müyesser etmis olsun. Ben o sehîdlik elbisesini giymek istemez miyim. Bu kıssayı Server-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana senden evvel haber vermisdi. Bu ise gönlüm hosdur. Sen de gönlünü hos tut. Bu sırrı gizli tut. Kimseye açma. Ben sana evvelki iltifâtımdan dahâ çok iltifât ederim. Doksanikinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” sehâdeti beyânındadır. (Lübâb-ül-elbâb) adlı kitâbda yazılıdır. Muhammed bin Cerîr Taberî der ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” Nehrvân cenginden döndü. Abdürrahmân bin Mülcem ve Pîrek bin Abdüllah ve Amr bin Ebî Bekr; her üçü hâricîlerden idiler. Ric’at mezhebini tutarlar idi. O muhârebeden, çok insan katl olundugu için korkmuslardı. Üçü aralarında, Mu’âviye, Alî ve Amr bin Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini katl etmeyince, âlem, fitne ve fesâd ve muhârebeden kurtulmaz. Islâm kuvvetli olmaz. Eger biz de katl olunursak, yine sevâb kazanırız. Zîrâ büyük fitneyi def’ etmek hayrlı isdir, diye andlasdılar. Abdürrahmân bin Mülcem dedi; ben Alîye kâfi gelirim. Amr bin Ebî Bekr dedi; ben Amr bin Âsa kifâyet ederim. Pîrek dedi, ben Mu’âviyeye kâfi gelirim. Her üçü tedbîr aldılar ki, aynı günde ve aynı sâatde bu isi isleyeler. Abdürrahmân bin Mülcem; hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” vardı. Pîrek; hazret-i Mu’âviye tarafına gitdi. Amr bin Ebî Bekr, Mısra Amr bin Âs tarafına gitdi. Her biri bin dirheme bir kılınç almısdı ve zehr ile su vermislerdi. – 383 – Hazret-i Mu’âviye nemâza geldi. Pîrek o kılınç ile ona vurdu. Mu’âviye düsdü. Halk toplanıp, Pîreki tutdular. Hazret-i Mu’âviye dedi, bu isi niçin yapdın. Pîrek hâdisenin temâmını, üçünün arasında olanları haber verdi. Hazret-i Mu’âviye emr etdi, onu öldürdüler. Tabîb getirdiler. Tabîb gelip, Mu’âviyeyi gördü. Dedi ki, yâ Mu’âviye, sizin yaranız, zehrli kılınç yarasıdır. Üç sey arasında muhayyersin. Yâ ölümü istersin. Yâ sabr edersin, yarayı daglarım. Yâ sana bir serbet veririm ki, içdikden sonra aslâ çocugun olmaz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ölümü istiyemem. Atese [daglamagaya] da dayanamam. Ammâ bir evlâdım var. Ona kanâat ederim, deyip, serbeti içdi. Iyi oldu. Hazret-i Mu’âviye ondan sonra buyurdu; Cum’a mescidinde bir maksûre yapdılar. Bu maksûre âdetini hazret-i Mu’âviye koydu ki, halîfeler düsmanların hîlelerinden uzak olsunlar. Amr bin Ebî Bekr; karârlasdırılan vaktde Amr bin Âsın yanına vardı. Amr bin Âsın yüregi tutmusdu, ya’nî râhatsızlanmısdı. O gece nemâza çıkamadı. Sehl Amirîyi yerine nâib gönderdi. Amr bin Ebî Bekr, kılıncını ona vurdu. Onu öldürdü. Amr bin Ebî Bekri tutdular. Amr bin Âsın huzûr-u serîflerine getirdiler. Amr bin Âs hazretleri emr buyurdu. O fâsık ve münâfıgı öldürdüler. Ba’zı âlimler dediler ki, Emîr-ül mü’minînin sehâdet sebebi o idi ki, Nehrvân harbi yapıldı. Hâricîler dörtbin er idiler. Temâmı öldürüldüler. Dokuz er kurtulup, Kûfe tarafına dogru fîrâr etdiler. Kûfe sehrine vardılar. Kûfe sehrini feryâd-ı figân kapladı. Abdürrahmân bin Mülcem yoldan geçerken, öldürülenlerin birinin evinden aglama sesleri isitdi. Kutâm adında genç bir kadının babası ve kardesleri o harbde katl olunmuslardı. Ibni Mülcem o kadının ardınca gitdi. Dedi ki, eger erin [kocan] yoksa; senin, vasfları su seklde olan biri, erin olmak ister, râzı olur musun. Kadın dedi, niçin râzı olmıyayım. Lâkin, benim velîlerim ve akrabâlarım vardır. Onlara danısmam lâzım. Ibni Mülcem dedi, ma’kûldür. Kadın gitdi. Ibni Mülcem izince [ardından] gitdi. Kadın bir eve girdi. Ibni Mülceme dedi ki, sen burada dur. Seni çagırdıgım zemân içeri gir. O kadın içeri girip, kendini süsledi. Kokular süründü. Pâk [güzel, temiz] elbise giydi. Gâyet cemâl ve kemâlde oldu. Evdekilere dedi ki, bir kerre bana bakdıkda perdeyi salınız. Sonra Ibni – 384 – Mülceme, içeri gel, dedi. Abdürrahmân bin Mülcem içeri girip, o sekliyle bir kerre ona bakdı. Hemen ona âsık oldu. Kadını istedi. Kadın dedi, sen benim mehrime ta’kat getiremezsin. O dedi ki, ne mikdâr istersin. Kadın dedi, üçbin dirhem sâfî gümüs. Iki çalgıcı câriye ve Alî bin Ebî Tâlibin katli. Ibni Mülcem dedi ki: Gümüs ve câriye kolaydır, ammâ, Alînin katli mümkin olmaz ki, ben Alînin sirâclarındanım. Bunu nasıl yapabilirim. Eger beni ister isen, muhakkak bunu yapmalısın. Gümüs ve câriye için fikrini yorma. Ibni Mülcem dedi ki: Bir darbeye kanâat edersen, kabûl ediyorum. Bir kılınç getir. Kadın, zehrli su verilmis kılınç getirdi. Ramezân-ı serîfin onüçü idi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” oturdu. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine buyurdu ki, bugün Ramezân-ı serîfin kaçıncı günüdür. Dediler, onüçüncü günüdür. Buyurdu ki: Kaç gün kaldı. Dediler, onyedi gün kaldı. Buyurdu ki: Muhakkak, yüzüm basımın kanı ile boyanacakdır. Abdürrahmân bin Mülcem için dedi ki, (Ben onun yasamasını istiyorum. O benim öldürülmemi istiyor.) Abdürrahmân bunu isitdi. Emîrin huzûruna vardı. Dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Iste elim, iste boynum. Ister isen elimi kes, ister isen boynumu vur. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bana nisân vermisdir ki, seni (Benî Murâd)dan bir kimse öldürse gerekdir. Ben günâh etmemise karsılık yapmam. Ramezân ayının yirmiüçü oldu. Bu la’în evinde yatmısdı. Sabâh oldu. Emîr-ül mü’minîn, nemâza gitmek için kalkdı. Serâyda [evinde] bir kaz vardı. Çagırdı, [bagırmaga basladı]. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bagırmaları, aglamalar ta’kîb eder.) Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dedi: (Yâ babacıgım! Bu ne sözdür!) Buyurdular ki: Bu söz odur ki, gönlüm sehâdet olacagımı haber verir. Ben bu ayda katl olunurum. Sonra serâyın [evinin] kapısını açdı. Bir çivi kaftanına takılıp, yırtdı. Hazret-i Emîrin gönlü daraldı. Mescide vardı ve (Allah yolunda mücâhede eden, bir olan Allahdan baskasına ibâdet etmiyen mü’mine yol açın) diye halkı uyardı. Abdürrahmân bin Mülcem o zemân kadın ile berâber idi. O zemân müezzinin sesini isitdiler. Kadın dedi ki, kalk isini iyi gör. Gönlün sâd olarak geri dön. Ben isitdim, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazret- – 385 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:25 lerinden ki; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki; (Önce gelenlerin en sakîsi, Sâlih aleyhisselâmın devesini öldürenler, sonra gelenlerin en sakîsi de Alînin kâtilidir.) Ibni Mülcem kalkdı. Kılıncını kusandı. Kendisini uyuyanlar arasında gizledi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” mihrâba geçdi. O la’în bedbaht iki secde arasında, hazret- i Emîr-ül mü’minînin mubârek basına bir kılınç vurdu. Kazâ- i ilâhî ile o kılınç darbesi, Ahzâb harbinde, Amr bin Abdûd hazret-i Alînin mubârek basına vurmusdu; oraya rast geldi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” aklı basından gidip, kalkdı. Elini bir direge vurdu. Mubârek parmakları tas direkde iz etdi. Hasen “radıyallahü teâlâ anh” imâmete geçdi. Nemâzı sür’atle kıldılar. Bir kavlde hazret-i Emîr Cu’de bin Cübeyre imâm ol diye buyurdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” düsdü. Halk kalkdı, kâtili aramaga gitdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ne ararsınız. Beni vuran kimse, simdi filan kapıdan içeri girer. Bütün yollar Ibni Mülcem üzerine baglandı. Geri döndü. Hazret-i Emîr-ül mü’minînin isâret buyurdugu kapıdan girdi. Hayrân ve dermande bir kimse ona dedi ki: Sana ne olmusdur, meger Emîrül mü’minîni vuran sensin. O inkâr etmek istedi. Sonra ikrâr etdi. Onu tutup, hazret-i Emîrin huzûruna getirdiler. Hazret-i Emîr buyurdu ki: Ey bîçâre. Niçin bu isi yapdın. Evlâdlarımı yetîm etdin. Mü’minlerin gönüllerini gamlı etdin. Islâm askerinin belini kırdın. Ibni Mülcem durdu. Birsey demedi. Emîrül mü’minîn buyurdu: Vefât edinceye kadar bunu zindâna koyun. Hasen ve Hüseyn ve Muhammed bin Hanefiyye “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini huzûrlarına getirip, vasıyyet etdi. Buyurdu ki: Her zemân esîrlerinize yiyecek veriniz. Aç koymayınız. Hazret-i Alînin kerîmeleri Ümm-ü Gülsüm zindâna vardı. Aglı(Zeker), Ibni Mülceme dedi ki: Ey bedbaht. Emîr-ül mü’minîn bugün iyidir. Yarın seni öldürürler. Ibni Mülcem dedi ki: O iyi olmaz. O kılınç zehr ile sulanmısdır. Eger iyi olsa, sen niçin aglarsın. Ümm-ü Gülsüm “radıyallahü anhâ” hazretleri ona kızıp, dısarı geldi. Ramezânın yirmiyedinci günü oldu. Emîr-ül mü’minîn, Ümm-ü Gülsüm hazretlerine buyurdu ki, evden dısarı çık. Evin kapısını bagla. Çıkıp – 386 – kapıyı kapadı. Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri orada oturdu. Evin içerisinden bir ses isitdi ki, meâl-i serîfi, (Âyetlerimizi inkâr edenler bize gizli degildir. Kıyâmet gününde atese atılan mı, güven içinde gelen kimse mi dahâ iyidir. Dilediginizi isleyin. Dogrusu o yapdıgınızı görendir) olan Fussîlet sûresinin 40.cı âyet-i kerîmesini okuyordu. Ondan sonra su sesi isitdiler ki, (Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdi. Ebû Bekr vefât etdi. Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” katl edildi [sehîd edildi].) Hasen “radıyallahü anh” hazretleri anladı ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi. Evin kapısını açdı. Gördü ki, dünyâdan göç etmis. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri yıkadılar. Muhammed bin Hanefiyye su dökdü. O Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden arta kalan hanûtu mubârek bedenine saçdılar ve defn etdiler. Kûfe mescidinin ortasında defn edildi. Ertesi günü Ibni Mülcemi katl etmek için getirdiler. Dedi ki, beni öldürmeyin. Gidip, Mu’âviyeyi öldüreyim. Yemîn ederim ki, yine geri gelirim. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh”, hâyır, senin öyle bir ma’rifetin olamaz, öldürün bu mel’ûnu buyurdu. Onu öldürdüler. Imâmın sehâdet mertebesine kavusdugu gün, Ramezân- ı serîfin yirmiyedisi idi. Ba’zıları demisler ki, yirmiüçü idi. Ba’zıları ellisekiz yasında idi, dedi. [63 yasında idi.] Dört sene on ay hilâfet etdi. Dokuz hanımı nikâh ile almıs idi. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hayâtda iken hiç hanım nikâh etmedi. Fâtıma “radıyallahü anhâ” hazretlerinden üç oglu oldu. Hasen, Hüseyn ve Muhsin. Muhsin çocuk iken vefât etdi. Ba’zı âlimler ve eshâb-ı hadîs rivâyet eylemisdir ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bütün gazâlarda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber bulunmusdur. Tebük gazâsında, onikinci menkıbede tafsîli geçdi. Annesi Fâtıma binti Esed bin Hâsim olup, müslimân olmusdu. Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret edip, orada vefât etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri cenâze nemâzını kılıp, defn etdikde, buyurdu ki, (Bu benim anamdır). Nemâzını kıymetli evlâdı hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” kıldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yasında ve – 387 – Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” yasında idi. Yüzügünde; (Allahü melik-ül hakk-ül mübîn) yazılı idi. Kâtibi Abdüllah bin Râfi’i idi. Doksanüçüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin âdet-i serîfleri bu idi ki, nemâza dursa, âlem alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Hattâ rivâyet ederler ki, bir cengde, mubârek ayagına ok dokunup, demir kısmı kemige girmis idi. Çıkmayıp, kemikde kaldı. Cerrâha gösterdiler. Cerrâh dedi ki, sana bayıltıcı bir ilâc içirmek îcâb eder. Aklın gitsin [bayılasın]. Ondan sonra demiri çıkarmak lâzımdır. Yoksa, bunun agrısına tehammül edemezsin. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, buyurdu: Ilâca ne lüzûm var. Sabr eyle. Nemâz vakti gelsin. Nemâza durdukdan sonra çıkar. Nemâz vakti geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri nemâza durdu. Cerrâh da, mubârek ayagını yarıp, kemik arasından demiri çıkardı. Cerâhat yerini sardı. Hazret-i Alî nemâzı bitirdi ve cerrâha sordu ki, çıkardın mı. Dedi, evet çıkardım. Fekat, hazret- i Alî, ben bu demiri çıkardıgını duymadım, buyurdu. Ne güzel Alî ki, ne güzel nemâzı o kılmısdır. Ibni Mülcem o mubâregin bu ahvâline muttâli oldugu için, gözetip, nemâzda vurmusdur [sehîd etmisdir]. Doksandördüncü Menâkıb: Rivâyet ederler ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze sânühü hazretleri Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâma gemi yap, diye buyurdu. O da gemiyi yapdı. Temâmladıkda, üç tahta artdı. Nûh aleyhisselâm buyurdu ki: Yâ Rabbel’âlemîn! Bu üç tahtayı ne yapayım. Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, yâ Nûh! Benim bir dostum vardır. Ona Alî derler. Âhır zemânda gelir. Bu tahtalar ona tabut olmakdan gayri ise yaramaz. Bu tahtaları filan yere iletin. Orada bir kabr kazın. Bu tabutu o kabre defn edin. Meleklere emr edeyim. O kabri dostum o kabre varıncaya kadar [o zemâna kadar] ziyâret etsinler. Rivâyet ederler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki; (Yâ Alî! Benim yanımda bir sır vardır. Bana Cebrâîl aleyhisselâm bildirmisdir. Sana bu sırrı açıklayayım ki, senin kabrin Nûh aleyhisselâm zemânında bir yerde kazılmısdır. Ben o yeri – 388 – bilmiyorum. Halkdan da bir kimse bilmez. Ecelin yaklasdıgı sırada, Hasen ve Hüseyne vasıyyet eyleyip, de ki: Ben öldügüm vakt, yıkayın ve kefene sarın. Tabuta koyup, nemâzımı kılınız. Âlem-i gaybdan bir deve gelip önünüzde çöker. Beni o devenin üzerine koyun. Benim ardımca Kûfe kapısına kadar gelin. Ondan sonra beni koyun. Siz geri dönün.) O hazret [hazret-i Alî] de, hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne bu vasıyyeti buyurdular. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” dediler ki, yâ babamız bize destûr ver. Cenâzenin ardınca varılacak yere kadar gidelim. O hazret [hazret-i Alî], buyurdu ki, destûr yokdur. Böyle varınız ve hemen kapıdan geriye dönünüz. O iki sultân da, o mahalde vasıyyeti gözleyip dururken, bakdılar, bir deve gelip, huzûrlarında çökdü. Cenâzeyi üzerine yüklediler. Kûfe kapısına kadar vardılar. Deve gitdi. Bunlar da geri döndüler. Sabâh olunca, Kûfe ehli toplandılar. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini niçin çıkarmazsınız ki, techîz ve tekfîn isini görelim, dediler. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, bu isler bu gece yapıldı. Yâ bize niçin haber vermediniz, dediklerinde, hazret-i Hüseyn buyurdular ki, dedemiz, söyle söyle vasıyyet etmis idi. Biz de o vasıyyeti sakladık. Kıssayı baslangıcından sonuna kadar haber verdiler. Doksanbesinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin kabr-i serîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-resîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmisdi. Onların üzerine, dogan [kusu] salıp ve av köpegi gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaslılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erismisdir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i serîfi buradadır. Hârûn-ür-resîd o sözü kabûl eyledi [dogrudur dedi]. Hayâtda oldugu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi. Doksanaltıncı Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, dün gece Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördüm. Dedim ki: Yâ Resûlallah! Ümmetinden bana gelen bu mihnetler ve husûmetler nedendir. Buyurdu ki, (Onlar üzerine düâ ey- – 389 – le!) Dedim ki: Yâ Rabbî! Bana onlardan iyi karsılık ver. Onların üzerine benden dahâ az fâideli olanı getir. Hemen o günde düâsı müstecâb olup, sehîd oldu. Doksanyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dısarı gidiniz diye bir ses isitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dısarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi sehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. Içeri girdik. Onu gasl olunmus ve kefen sarılmıs bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik. Doksansekizinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, ogulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmisdi: Ben vefât etdigim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dısarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz tas görürsünüz. Ondan her tarafa ısık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada güsâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne seklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Sevâhid-ün nübüvve)den alınmısdır. Doksandokuzuncu Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” âhırete sefer etdikde, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri merkad-ı serîfine [mezârına] defn etdiler. Geri dönerken, yolda bir fakîre rast geldiler. Hazîn ses ile figân ediyordu. Hâlini sorduklarında, cevâb verdi ki: Ey azîzler! Ayrı düsmüs bir garîbim. Mihnetim çok. Gamımı paylasacak kimse yok. Dediler: Yâ bu âna kadar gamını kim ile paylasırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, hergün bu sehrden bir sahs gelip, benim ile, ünsiyet eder, alâkalanırdı. Bütün ihtiyâclarımı te’mîn edip, giderdi. Ismi nedir, dediler. Ismini bilmiyorum. Sordum, cevâb vermedi ve benim merhametim Hak içindir, dünyâ söhreti için degildir. Sûreti [yüzü] ve hey’eti [vücûdu] nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben a’mâyım. Am- – 390 – mâ, bu kadar bilirim ki, iki gündür yanıma ugrayıp, ahvâlimi sormuyor. Dediler: Davranısları nasıldır. Dedi ki: Mesgûliyyeti tesbîh ve tehlîl ile idi. Hattâ, tesbîh ve tehlîline meleklerden cevâb isitdim. Belki, kapı ve dıvârların ta’zîm etdigini de his ederdim. (Miskîn miskîn ile garîb garîb ile oturur) buyururdu. Seyhzâdeler bu haberden giryân olup, dediler ki, ey dervîs: bu dedigin nisânlar, Alî bin Ebî Tâlibin nisânlarıdır. Dedi ki: Ey mahdûmlar [ogullar]. Ona ne oldu. Dediler, bir bedbaht onu sehîd etdi. Biz onun kabrinden geliriz. Dervîs o haberden muzdarib olup [üzülüp], figâna basladı. Dedi ki: Ey seyhzâdeler. Büyük ceddiniz hürmeti için olsun, beni o serverin mezârı yanına götürün. Seyhzâdeler [Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”] merhamet edip, bir elini hazret-i Hasen ve bir elini hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” tutup, emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kabr-i serîfine götürdüler. O dervîs, kabr üzerine düsüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabr sâhibinin hurmeti için, ben fakîri, hor ve zelîl, kimsesiz bırakma. Bu dertlerime ortak olana kavusdur. Düâsı Allahü teâlânın kazâ hükmüne uygun olup, o ân rûhunu teslîm etdi. Beyt: Katre [damla] deryâya [denize] kavusdu, Zerre hursîde [günese] intikâl etdi [kavusdu]. Seyhzâdeler o dervîsin techîz ve tekfînini yapıp, nemâzını kılıp, o mevki’de defn etdiler. Yüzüncü Menâkıb: Hazret-i Hüseynin menâkıbıdır. Hazret- i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” Kerbelâda, evlâd ve eshâbı sehâdet serbetini içip, yalnız kaldıkdan sonra, Zeynel’âbidîn hazretlerini huzûr-ı serîflerine çagırdı. Dedesinden ve babasından vedî’a bırakılan emânetleri ona verdi. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” Mushaf-ı serîfini ve kimseye nasîb olmıyan ilmleri ona teslîm etdi. Kendisini Vâcib-ül vücûd hazretlerinin hükmüne bırakdı. Beyt: Safâ zülâli [suyu] bir bagdan-bir baga akdı, Nûr, bir çırâgdan bir çırâga akdı. Emânetleri teslîm etdikden sonra, Cennet ziyâfetine gidecegini anlayıp, karâr kılıp, dostlar dügününe giderken süslen- – 391 – mek âdetdir, deyip, saçlarının ve yüzünün tozlarını giderip, kıymetli kumasdan yeni elbiselerini giydi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sarıgının sargılarını yeniledi. Sehîdlerin seyyidi hazret-i Hamzanın “radıyallahü teâlâ anh” kalkanını omuzuna alıp, Alî Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Zülfikârını kusandı. Resûl-i ekrem hazretlerinin Zül-cenâh ismli burak gibi giden atına bindi. Mubârek eline ejderhâ gibi bir mızrak alıp, zînetlerini temâmlı(Zeker), ehl-i beytine [çoluk çocuguna] vedâ edip, meâl-i serîfi (Seni, Allahü teâlânın görmesi kâfidir) olan âyet-i kerîmeyi yâd edip, harb meydânına girdi. Yezîdin askerleri hazret-i Hüseynin üzerine hücûm edip, ok yagmuruna tutdular. Hazret-i Imâm bu hâli görüp, hamle etmek üzere iken, bir toz bulutu hâsıl olup, her taraf karanlık oldu. Bu hâlde iken, acâib kılıklı, heybetli bir sahs göründü. Bası merkep bası gibi idi. Ayakları aslana benzerdi. Hazret-i Sultân-ı Kerbelânın hizmeti ile müserref olup, ceddine, babana, selâm olsun, deyip, hazret-i Hüseynin bindigi atın tırnagını öpdü. Hazret-i Hüseyn de onun selâmına cevâb verip, dedi ki: Ey bahtlı kimse. Sen kimsin. Bu tenhâ yerde garîb olarak ne yaparsın. Dedi ki: Yâ Resûlallahın torunu! Bu diyârda bulunan cinnîlerin serveri [efendisi]yim. Bana (Za’fer) cinnî derler. Temiz ceddinin serefli zemânında müslimân olmusdum. Azîz babanın âzâdlısıyım. Senin kemter kölenim. Efendimsin, efendim oglu efendimsin. Geldim ki, hizmetinde bulunayım. Izn veresin ki, sana sitem edenlere amellerinin netîcesini, onlara göstereyim. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” ona buyurdu ki, Benim babam ne zemân senin ile bulunmusdur. Za’fer dedi ki; müslimân oldukdan sonra, kâfir cinnîler ile harb ederken, gâlib geldiler. Beni askerim ile berâber helâk edecekleri sırada çâresiz kalıp, kimseden de yardım ihtimâli kalmamıs idi. Zarûrî olarak, yüzümü yerlere sürüp, Rabbimin dergâhına münâcat edip ve ceddin Muhammed Mustafâyı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sefâ’atcı yapıp, dedim ki; Yâ Rabbî! Bu kadar mü’min ve muvahhid kullarını müsriklere kırdırır mısın diye aglayıp, sızladım. Hâtıfdan bir nidâ geldi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Eshâbından birisi Basrâ sehrine gitmisdir. Onu çagır dedi. Ben de kim oldugunu bilmiyordum. Hemen sesli olarak üç kerre çagırdım: Ey Resûlullahın sahâbesi, Allahü teâlânın izni ile – 392 – gel dedim. O hâl içinde gördüm ki, bir sânı yüksek Sultân zuhûr edip, yetisdi. Hiç fırsat vermeyip, kâfir cinnîleri kırıp, helâk etdi. Ben âcizi onların ellerinden kurtardı. Sonra yanına varıp, mubârek ayaklarına yüzümü sürüp, dedim ki, Sultânım, sen kimsin! Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin eshâbından Alî bin Ebî Tâlibim. Ondan sonra yine se’âdetle ve devletle Basrâ sehrine vardılar. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Yâ Za’fer! Hüsn-i i’tikâdına ve vefâkâr yâr olduguna memnûn olduk. Lâkin insan sekline girmege eger kudretin var ise, muhârebeye girmene izn veririz. Za’fer, dedi ki: Insan sekline girmege izn yokdur. Hazret-i Hüseyn buyurdu ki: Insan sekline girmege izn yok ise, muhârebeye girmege izn yokdur. Erlik degildir, bu heybetin ile bu kadar insanı sana kırdırmak; hos degildir. Yâ Za’fer, tam hizmet mahallinde yetisdin. Allahü teâlâ senden râzı olsun. Za’fer de aglı(Zeker) vedâ edip, gitdi. (Diger rivâyet): (Hadîka) kitâbında nakl edilen rivâyet de söyledir. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer! Siz latîf cismsiniz. Sizin insanlar ile muhârebe etmeniz insâf olmaz. Zîrâ bu zulm olur. Ben zulmü revâ görmem. Za’fer dedi ki: Yâ Imâm! Insan sûretine girip, ceng edelim. Nitekim Bedr muhârebesinde melekler insan sûretine girip, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yardımcı oldular. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine Bedr muhârebesinde sehâdet va’d olunmamısdı. Kurtulması için yardım olunması lâzım idi. Allahü teâlâ meleklere yardım emri verdi. Hâlbuki ben ilm-i ilâhîde görmüsüm ve bilmisim ki, bugün sehîd olup, Rabbime kavusurum. Bu dünyâdan öbür âleme göç ederim. Bu bir sâat için dostlarımı zahmete salmak münâsib degildir. Za’fer, muhârebeye girmek için izn alamadı. Vedâ edip, aglıya aglıya geri döndü. Gayret sâhibinin gayreti gidince, zulmet ortaya çıkar. Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meydâna çıkdı. Bu hikâyeden ma’lûm olur ki, Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin lutf ve keremlerine nihâyet yokdur. Zîrâ, bu cümleden anlasılıyor ki, eger karsı tarafdan intikâm almak istese idi, cinnîler askerine emr eyler, bir an içinde o zâlimleri kırıp, târumâr ederlerdi. Kendileri de o tehlikeden – 393 – kurtulmak imkânı bulurdu “radıyallahü teâlâ anh”. Yüzbirinci Menâkıb: Nazm seklinde (Siyer)den nakl olunmusdur: Vaktidir ey bülbül-i gâfil uyan, Bir nazar kıl aç gözün, ola ıyân. Kim senin bagın degildir, isbu yer, Her kimi kim besler ise, is bu yir. Iste gel kim var, gülistânın senin, Cân ilinde tâze bostânın senin. Sa’y kıl kim eresin ol gülsene, Himmetini baglama sen bu külhâna. Cîfedir bu, cîfeye aldanma sakın, Sen seni bu yerde devâmlı kalır, sanma sakın. Ey perîsân dil (gönül), oturma dilfikâr, Söyle bu söz, senden ola, yâdigâr. Sîreti ol kim rivâyet eyledi, Bunu bu resme hikâyet eyledi. Râvî ider, bir yehûdî var idi, Askeri çok, ismi Dâvüd-i Sa’yâ idi. Var idi bir kal’ası, yuvarlak büyük, Kim iki kat, yüksek yerde, muhkem yapılı. Seng-i hârâ idi, ak tasdır yeri, Burcları yüce, düzenli her biri. Iki kat dıvârlı idi her biri, Yedi arsın idi, dıvârının eni. Hendegi var idi ki, enli ve derin, Kim içi su idi ki, dolu ve derin. Bir kaya üstünde muhkem yapılı, Içi-dısı asker ile dopdolu. Râvî der ki, ona benzer üstüvar [muhkem], Ol Hicâz ilinde, yokdur bir hisâr. Çün isitdi Dâ’vüd-ı Sa’yâ bunu, Hep döküldü, merhabü meyser kanı. – 394 – Katî hısm etdi kakdı ol la’în, Pes çagırdı askeri derdi hemîn. Atına bindi o, oldu süvâr, O la’în, gürbüz er idi, nâmdar. Bindi asker, kaldırıp sancak ve alem, Çaldılar zurna ve nakkâre zil hem. Bir kabîle var idi, ânda yakın, Ki müslimânlardı, onlar ehl-i din. (Beni Zühre) kabîlesi idi, bu mü’min kabîle, O mel’ûnun askeri döndü dedi; O Benî Zühre iline varalım, Vuralım o ili, halkın kıralım. Kim Muhammed da’vetin onlar kabûl, Eylemisler, aldatmıs onları ol. Âbâ-ı ecdâd dînin terk etmisler, Muhammed ile ahd-i berk eylemisler. Onların erlerinin hepsini kıralım, Kadın ve çocuklarını, ne varsa alalım. Yehûdîlere ne kim etdi ise ol, Biz edelim onlara hem dahî bol. O Muhammed görsün acı nicedir, Uyku görmez gözlerim, kaç gecedir. Bu sözüyle ılgâr idip, gitdiler, Gâfil iken il içine yetdiler. Erkeginin ulusunu kırdılar, Küçügü ile disisini sürdüler. Aldılar hem, malların, davârların, Kırdılar hem, buldugu adamların. Bir is oldu onlara kim her giz ol, Kimseye öyle belâ olmus degil. Arabın Sikâyeti Bu yakada bir gün o sultân-ı din, Fahr-i âlem rahmeten lil âlemîn. – 395 – Mescid içre otururdu o imâm, Geldi Câbir, kapıdan verdi selâm. Yâ Resûlallah dedi, bostânımız, Hos yetisdi tâze nahlistânımız [Nahle: Hurma]. Dilerim zahmet buyurup, gelesin Sen, Ki bostâna gelince sâd olam ben. Ayagın tozunu bostânıma sal, Mubârek ola, nahlistânıma sal. Kabûl eder, Resûlullah dururlar, Sahâbe ile o bostâna varırlar. Direrler, tâze tâze hurma yirler, Ne tatlı tâzedir bu hurma derler. Hemandem karsıdan bir toz göründü, Gelir tutmus yolu düp-düz göründü. Toz yarıldı, çıka geldi bir arab, Bir egersiz ata binmis ki, acib. Gövdesi basdan ayaga kara kan, Kan içinde sanki, gark olmus heman. Geldi Peygamber katında agladı, Söyle kim yası gözünde çagladı. Yasını sildi arab, hem söyledi, Hizmetinde geldik, îmâna dedi. Allah birdir, hem Resûlsün mutlaka, Emrin ile kulluk ederdik Hakka. Gâfil iken bir gece biz nâgehân, Dâvüd-ı Sa’yâ çerîsi ile nihân. Geldi, çarpdı, bizi gâret eyledi, Halkı kırdı, çok hasârat eyledi. Er kisisini kırdı, dökdü kanını, Aldı malın, avretini, oglanını. Oglumuz, kızlarımız oldu esîr, Sen meded eyle bize ey dest-gîr. Bunu dedi, hay hay agladı, Cümle ol halkın yüregin dagladı. – 396 – Hem Sahâbe dahî giryân oldular, Ol kisiye çok merhamet kıldılar. Ol Resûlün hem mubârek gözüne, Geldi yas, rahm etdi [acıdı] onun sözüne. Tetimme Hem bu söz için geldi Cebrâîl, Hak selâm verdi, sana kim söyle bil. Hem buyurdu size, ta’cîl edesiz, Ol la’înin üstüne siz gidesiz. Kal’asının üstüne sen gidesin, Hak sana nusret verir seyr edesin. Döndü andan pes Resûlullah eve, Mescide vardı hemen ive ive [acele]. Pes buyurdu kim Bilâl etdi nidâ! Mescide geldi kamu mîr ve gedâ. Mescid içi-dısı doldu mü’minîn, Minbere çıkdı Resûlullah hemen. Okudu hutbe, Hakka hamd eyledi, Döndü hem Eshâbına da pend [nasîhat] eyledi. Sonra dedi, dinleyin ey Hak askeri, O Benî Zühredeki kardesleri. Onları kâfir nice kırmıs hemân, Gâfil iken onları vurmus hemân. Hak buyurdu, kim, ona biz varalım, Kıralım onları, boynun vuralım. Siz ne dersiniz, maslahat ne görelim, Varalım mı üstüne, yâ duralım. Dediler, yâ Resûlallah kamûmuz [hepimiz], Senin fermânın altıdır özümüz. Tutarız Hak emrini biz cân ile, Oynayalım, bas yolunda cân ile. Hak teâlâ düsmanın öldürelim, O yehûdînin tomarın [defterin] dürelim. – 397 – Pes düâ kıldı Resûl, dedi durun, Imdi, bugün hep hâzırlıklar görün. Hak emrin tutmagı bilin ganîmet, Bugün ki tân [safak]la ideriz azîmet. Sem’an ve tâan [bas üstüne] deyip, dagıldılar, Her birisi cenk hâzırlıgın kıldılar. Ertesi gün oldukda asker fevc-fevc, Her biri gitdi geyimli fevc-fevc. Pehlivânlar bindiler çapan süvar, Kim dokuz bin er ata oldu süvar. Çagırdı Mikdâdı çünki geldi o, Bir alem evvel ona verdi Resûl. Sen mukaddem ol dedi, önce yürü, Bin kisi kosdu, behâdır, her biri. Sonra Resûlullah dedi, hani Alî! Geldi dahî dediler, ol dem Velî. Çagırdı Selmânı, dedi var ona, Muntazırım der Resûlullah sana. Vardı Selmân, gördü giyinmis Alî! Ceng silâhın hep kusanmıs ol Velî. Fâtıma tutmus etegini komaz, O çekinir gitmege ki, onu komaz. Dedi, Selmân; yâ Emîr olgıl suvâr, Kim Resûlullah durubdur intizâr. Sem’an ve tâan [bas üstüne] deyip, bindi atına, Dedi, geldi o Resûlün katına. Hem Zübeyr bin Avvâm o sir-i ner, Yaralı idi, yatar idi meger. Gazâ sırasında yimisdi nice ok, Hem de taslar dokunmus idi çok. Çün isitdi ki, Resûl cenge gider, Kalkdı yerinden hemen o sir-i ner. Dedi hâtunu; mecâlin yokdurur, Durma gel kim cenge hâlin yokdurur. – 398 – Sözünü hâtununun dinlemedi, Kim yaram var diye hiç egilmedi. Bindi, Peygamber katına geldi ol, Bir alem [bayrak] de ona verdi Resûl. Bin kisi de ona verdi ıyân, Sag yanımca gel dedi yâ Pehlivân. Bir alem kaldırdı kim adı ikab, Âl senindir yâ Alî dedi ikab. Bin kisi kosdu ona da dilîr [yigit], Askerin ardınca gel der yâ Emîr. Gece gündüz yürüdüler gitdiler, Çün Kureyzâ kal’asına yetdiler. Kâfire oldu haber, kim çok çeri, Geldi, yetdi üsde islâm leskeri [askeri]. Dört yakadan ili varın sürdüler, Asker hep, kal’a içre girdiler. Burcların üstüne oklar kurdular, Kendiler kal’a içine girdiler. Yetdi nâgah, erdi islâm leskeri, Önce Mikdâd emrindeki bin çeri. Çünki kal’a yakınına yetdiler, Görünce Mikdâdı onlar bildiler. Askerini tanzîm edip, durdu la’în, Arkasını kal’asına verdi hemîn. Gördüler kim kopdu bir toz nâgehân, Bin kisi ile Zübeyr geldi hemân. Geldi pes kosum-kosum oldem çeri, Fahr-i âlem Enbiyâlar Serveri. Hos düzenli, hem müzeyyen her biri, Yahsî ulular, teçhizâtlı askeri. Râvî der: Ehl-i islâm ol zemân, Ki düzenli idi, bilgili bî gümân. – 399 – Sebde [gecede] yıldızlar gibi saf saf gelür, Kim giyimli toz içinde berk vurur. Çün yehûdîler bakar onu görür, Kim, bu asker böyle düzenli durur. Bu tertîb, bu envâr ve bu zînet, Yehûdî gönlüne saldı hezîmet. Dilediler dönüp kaçmak hisâra, Ona da etmediler cesâre [Ona da cesâret edemediler]. Çün isitdi, Dâvüd-ı Sa’yâ bunu, Kim dönerse, boynuna dedi, kanı [boynunu vururum]. Korkmayınız ben olayım size dımân, Öldürürüm de vermezem emân. Isbu denli bâgîye de ne cevâb, Yalnız kim vereyim buna cevâb. Olmadı ceng ol gün aksam oldu der, Kondu askerler yerlerini aldılar. Müslimânlar sabâha dek kıldı nemâz. Etdiler Allaha çok, dürlü niyâz. Çün sabâh oldukda etdiler nidâ, O ezândan göklere erdi sadâ! Korkdu kâfirler kamu andan hemîn, Çünki kıldılar nemâzı mü’minîn. Durdu, bindi her birisi atına, Geldi ulular Resûlün katına. Yâsadılar [yerlesdirdiler] askeri hos meymene [sag kanat], Meysere [sol kanat] kalbu cenâh durdu yine. Meymene ucunda Ammârı koydu, Pes Alîye ortada dur sen dedi. Kendisi birkaç sahâbi ile bile, Bir yüce yerde durdular bile. Askerini yerlesdirdi kâfir de, Dizdiler sagın solun onlar da. – 400 – Çün iki asker karsılıklı geldiler hemân, Çıkdı islâm askerinden nâgehân [bir asker çıkdı]. Dedi bir er girdi cevelân eyledi, Bî tekellüf kasd-ı meydân eyledi. Adı Dırâr idi hem hâs-ı Resûl, Pehlivân-ı gürbüz idi gâyet de ol. Pes yehûdî askerinden çıkdı dîr [asker], Adı Hüssan bin Kârin bir dilîr [cesûr kimse]. Girdi cevlân etdi [meydânda dolandı], cenge durdular, Birbirine çün kılınçlar vurdular. Vurdu bir darbe ona Dırâr Pehlivân, Ki, iki pare olup, düsdü hemân. Verdi cânın tamuya düsdü la’în, Durdu Dırâr diledi er pes hemîn. Bir mübâriz [cengci] girdi, adı Danyâl, Etdi, Dırâr ile çok ceng ve cidâl. Çok oyunlar geçdi, o hîleci, ona, Âkıbet fırsat bulup, Dırâr ona. Söyle sapladı gögsüne ol pehlivân, Düsdü tamu inlerine [yerlere serilerek] verdi cân. Girdi Heyyâc adlı bir er pes hemân, Cenge girdi, vermedi dahî emân. Hayli ceng eyledi Dırâr ile ol, Ceng uzadı, Dırâr oldu pes, melûl. Nâra atdı, vurdu agzından onu, Cânı gitdi, tamuya düsdü teni. Durdu Dırâr yine cevlân eyledi, Er diledi, döndü devrân eyledi. Dâvüd-ı Sa’yâ kalkdı negahân, Depdi atın girdi meydâna hemân. Zırhlı Dâvüd ileri yasında hod, Kılıcı elinde sanki yanar od [ates]. – 401 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:26 Nâra atdı, heybet idüb haykırır, Girdi meydân içine cevelân urur. Bildi Dırâr, tanıdı onu hemân, Hamle kıldı, vermedi bir dem emân. Nîzesi [mızragı] gögsüne idi yakîn, Çaldı kılınç ile onu ol la’în. Bâkisin Dırâr bırakdı, hemîn, Kılıncına yapısınca ol la’în. Urdu tiz destlik edip, bir darb ona, Iki pâre kıldı kaldılar dona. Düsdü Dırâr, orada oldu sehîd, Nâra atdı, magrûr oldu ol pelîd. Oldu Dırâr için cümle mü’minler melûl, Gürbüz idi, hem melûl oldu Resûl. Çıkdı islâm askerinden bir civân, Mürre tebnî Dârî adlı pehlivân. Ol la’în onu dahî kıldı sehîd, Katî magrûr oldu, o mel’ûn pelîd. Kimse girmedi dahî meydâna, Askerin depdi hemen sag yanına. Döndü ondan, sol yana depdi la’în, Çıkdı ândan kalbe degdi [merkeze geldi] ol la’în. Birbirine vurdu söyle leskeri [askeri], Oka tutdular, hemen döndü geri. Durdu meydân içre cevlân eyledi, Yâ Muhammed, nerde Senin askerin dedi. Var ise bir pehlivân gelsin bugün, Pehlivân kimdir, bu halk görsün bu gün. Dedi, Hâzin oglu Sa’di pes hemân, Hos mübâriz pehlivân idi civân. Hamle kıldı dahî vermedi emân, Kâfir ile cenge durdu bir zemân. – 402 – Gördü kâfir Sa’di kim key erdürür, Hamlesini def’ eder, darbeler vurur. Hîle düzdü, onda bir mekr eyledi, Yâ yigit, ben bir acâiblik gördüm, dedi. Düsdü çaldım atının bir ayagını, Üç ayagı ile durur ol bayagı. Sandı, gerçek; geri bakdı hemîn, Bir kılınç vurdu hemân dem o la’în. Kim, ikiye biçdi kıldı onu sehîd, Düsdü atından hemen dem o yigit. Ziyâde oldu, mel’ûnun gurûru, Çagırıp, haykırır, ider sürûru. Kimse girmez dahî çün girdi la’în, Depdi askerden yana, sürdü hemîn. Bir iki adam yaraladı yine, Döndü andan, yürüdü asker kalbine [ortasına]. Ok yagmuruna tutdular o kâfiri, Korkdu ondan yine ol döndü geri. Durdu meydân içre, cevlân eyledi, Yâ Muhammed, hanî ensârın dedi. Hanî Kays ve ne oldu Mikdâdın hani, Korkdu, benzer pehlivânların hani. Ger onlar korkdu ise, hanî ol dilîr [yigit], Sol Alî adlı behâdır nerre sir [erkek arslan]. Sâh-ı merdân diyü ad almısdır, Simdi niçin geride kalmısdır. Kendini bir sınasın gelsin beri, Ger gelirse dahî sag varmaz geri. Pes Resûlullah dedi, Haydar hani, Zahr-i islâm fethi o server hani. Hâzır idi, dedi, lebbeyk, sâh hemân, Yâ Resûlallah, buyur dedi revân. Varayım ben onu bîcan edeyim, Kan ile toprakda galtan [yuvarlanıcı] edeyim. – 403 – Pes Resûlullah dedi, var yâ Alî, Kim, sana nusret yakındır yâ Velî. Bil ki Allah, hem Resûlullah sana, Kim, meded edicidir önden sona. Sâh-ı Merdân kasdı meydân eyledi, Girdi, hos, sâhâne cevlân eyledi. Dâvüd-ı Sa’yâ onu gördü hemân, Hamle kıldı, ya’nî kim vermez emân. Kâfirin çün hamlesini gördü imâm, Çekdi kınından kılıncını temâm. Nâra atıp, söyle haykırdı ona, Aklı gitdi kâfirin, kaldı dona. Titredi a’zâları pes ol la’în, Atını ardına sıçratdı hemîn. Pes, çekildi bir yere, durdu geri, Kim, dagılmıs aklını derdi geri. Hem dedi kim, yâ yigit nedir adın, Kim bu resme havf ve heybet eyledin. Sâh-ı Merdân dedi adımdır, Alî, Dedi kâfir, seni isterim belî. Nâra atdı, çekdi kılıncın la’în, Sâh-ı Merdân üstüne sürdü hemîn. Sâh onu gördü ki, bir hos pehlivân, Pes, mudâra etdi onunla hemân. Ya’nî, kim tutam idem dedi esîr, Tâ müslimân ola, bir rükn ola dîr. Nâgehân bir kılınç vurdu o la’în, Sâh-ı Merdân basına erdi hemîn. Aldı kalkana hem ol dem sâh onu, Çün, müslimân olmaz ol bildi onu. Pes, kalkdı, nâra atdı ol Emîr, Bir kılınç vurdu ona ol nerre sîr [erkek arslan]. – 404 – Sag yanında söyle kim çaldı onu, Sol yanından ol iki böldü onu. Düsdü ondan iki pâre ol la’în, Kan ile topraga bulandı hemîn. Sâh-ı Merdân yine cevlân eyledi, Bir mübâriz var mıdır, gelsin dedi. Çünki onu öyle gördüler yehûd, I’timâd ederdi ona çün cehûd. Orada öyle oldugunu gördüler, Kaçdılar kal’a içine girdiler. Yapdılar kapıyı, burçda durdular, Atdılar ok, mancınıklar kurdular. Müslimânlar ol isi çün gördüler, Ok ile bunlar da cenge durdular. Kusatdılar yirmibes gün hisârı, Ki ceng idi kamu leylü nehârı. Pes Resûlullah buyurdu siz dahî, Mancınık düzün atalım biz dahî. Durdu bir er Ibni Amr idi adı, Yâ Resûlallah düzerim ben dedi. Lâkin agaç yok, bu agaçlar kamu, Hem yemis agaçlarıdır cümle bu. Bunu böyle söyleyince o hemîn, Geldi gökden indi Cebrâîl Emîn. Dedi, Hak teâlânın selâmı var, Buyurdu; bu âyeti Resûlüme ver: (Hurma agaçlarından kesmeniz veyâ aslı üzere terk etmeniz Allahü teâlânın izni iledir. Böylece, bu iznle kâfirler rüsvay olurlar.) [Hasr sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi meâli.] Pes Resûlullah buyurdu: Hak teâlâ, Bu agaçları bize kıldı halâl. Çünki bu vakt ona muhtâç olmusuz, Baska agaç yok, nâçar kalmısız. – 405 – Pes, agaçdan yetdikçe kırdılar, Düzdüler tiz, mancınıgı kurdular. Atdılar bir tası bârû üstüne, Düsdü sankim burcu yıkmak kasdına. Bir de atdılar içeri düsdü ol, Kâfir cânibine korku düsdü bol. Bu resme cengle çün erdi aksam, Müslimânlar varıp kıldılar, ârâm. Müslimânlar bülend tekbîr ederler, Kamûsu onlarını bir ederler. Müslimânlar sabâha dek nemâzı, Kılıp etdiler, Allaha niyâzı. Kimi tesbîh, kimi Kur’ân okudu, Uyumadı biri çün, sabâha erdi. Ezân okundu, kıldılar nemâzı, Düâ kıldılar etdiler, niyâzı. Hemân dem kal’aya karsı berâber, Kosup bagladılar, söyle serâser. Pes getirdi pehlivânlar her biri, Mancınıga komaga, bir tas iri. Getirdi ânda tası ol Ammâr, Dilâver pehlivânlar bası Ammâr. Koyuben mancınıga ol atdı, Havadan kal’anın içine yetdi. Düsüp bir yere vîrân eyledi ol, Dokuz kisiyi bîcan eyledi ol. Onun ardınca Mikdâd atdı bir tas, Dokundu dört eve, ol kıldı hıshas. Onun ardınca Sa’d bin Ubâde, Ki Hazrec ulusu seyh Suâde. Atar çünki havâya çıkdı ol tas, Inip bir kubbeyi o kıldı hıshâs. – 406 – Pes getirdi sâh-ı Merdân ol Alî, Mancınıga koydu bir tas, ol Velî. Râvî der: Pehlivânlar her biri, Mancınıga koydu, bir tas iri. Atdılar herbiri bir is eyledi, Kâfirin cânibine tesvîs eyledi. Ol arada dahî bir tas kalmadı, Kim ki vardı tas aradı, bulmadı. Çünki, tas arandı, bulunmadı, Tas bitince Resûlullah üzüldü. Çünki baska tas bulunmadı, Resûl, Ol mubârek hâtırı oldu melûl. Hak teâlâdan getirdi ol selâm, Dedi, çünki tas bulunmaz yâ imâm. Hak teâlâ söyle fermân eyledi, Mancınıga girsin aslanım dedi. Varsın ol içine düssün kal’anın, Kim, onun fethi elindedir Anın. Pes, Resûlullah dedi, kim yâ Alî! Cebrâîl geldi, dedi kim yâ Velî! Kim, koyam bu mancınıga ben seni, Bu hisâra atayım, ey Hak aslanı. Hiç ziyân erismez sana us ben dımân [kefîl], Feth eden bu kal’ayı sensin hemân. Sâh-ı Merdân dedi, yüzüm üstüne, Her ne emr olunduysa, gözüm üstüne. Yoluna olsun fedâ cânım benim, Hâtırıma geldi bu mâni’ benim. Kim beni kal’aya atınız dedim, Yine dedim is Hakdır, ben ne diyem. Pes, Resûlullah dedi kim Enbiyâ! Her ne endîse ede yâ Evliyâ. Düse Hakkın isine ol mutâbık, Muhâlif olmaz, olur ol muvâfık. – 407 – Kim anların hemîse gönlü hâzır, Hakkın yanındadır, Hak ona nâzır. Aldı kalkanın kılıncın pes Alî, Geldi girdi mancınıga ol Velî. Tutdu bile ol nebîler Serveri, Atdılar gitdi havâya Haydarı. Çün havâya çıkdı ol Hak aslanı, Kakdı kılınç arkasıyla kalkanı. Nâra vurdu, söyle haykırdı emîn, Sanki gök gürledi, sarsıldı zemîn. Çünki kâfirler görür bu heybeti, Hep kurudu, güçleri ve kuvveti. Çün Alî idi havâdan gördüler, Kaçdılar evli evine girdiler. Baglayıp kapıların oturdular, Canlarından ümîdi götürdüler. Belleri kurudu, tutmaz elleri, Gözleri görmez tutuldu dilleri. Sâh-ı Merdân pes, kapıya yürüdü, Çekdi kopardı, kapıyı sürüdü. Geldi mü’minler hisâra girdiler, Kâfiri yerli yerinde kırdılar. Kırdılar erkek, koymadılar diri, Gâret etdiler disisin herbirini. Aldılar malını esîrin tutdular, Sag selâmet evlerine gitdiler. Saglıgıyla o Medîne sehrine, Geldiler anda Resûlüyle bile. Ol Resûlün hizmetinde sâdgâm, Oldu bu kıssa, burada hem temâm. Mustafânın yüzü-suyu hurmeti, Cümlemize müyesser kıl rahmeti. |